1 Aralık 2023/"Frekans"
TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Statin tedavisinin kanser insidansını azaltmadığı görüldü!
Statin tedavisi ve kanser ilişkisi: bir meta-analiz
Meta-analiz, statin tedavisi ile kanser riski arasındaki ilişkiyi inceledi ve bu odaklanma, insidans ve mortaliteye yönelikti. Koruyucu kardiyovasküler etkilerin ve aterosklerotik kardiyovasküler hastalık (ASCVD) insidansının azalmasının aksine, çalışma, statin tedavisinin kanser insidansını veya mortalitesini anlamlı bir şekilde azaltmadığını önermektedir.
Bazı çalışmalar, statinlerin belirli kanser türlerinde, örneğin triple-negatif meme kanseri (TNBC), safra yolu kanserleri ve mide kanseri gibi, potansiyel faydalarını öne sürerken, meta-analiz’in alt sınıf analizi, genitoüriner kanser, meme kanseri, gastrointestinal kanser veya solunum sistemi kanseri üzerinde belirgin bir etkisi olmadığını göstermektedir.
Çalışma, statinleri suya veya lipid içeren ortamlardaki çözünürlüklerine göre lipofilik veya hidrofilik olarak sınıflandırmaktadır ve önceki araştırmalar, bunların kanser önlemede farklı rolleri olabileceğini öne sürmüştür. Ancak, bu güncel çalışma, hem lipofilik hem de hidrofilik statinlerin kanser insidansını veya mortalitesini anlamlı bir şekilde azaltmadığını bulmaktadır.
Statin tedavisinin süresi konusunda, çalışma, çalışmaları uzun vadeli (≥4 yıl) ve kısa vadeli (<4 yıl) izleme gruplarına ayırarak, statin tedavisinin süresinin kanser insidansını veya mortalitesini belirgin bir şekilde etkilemediğini sonuçlandırmaktadır.
Çalışma, literatürdeki çelişkili bulgulara değinmekte, bazı çalışmaların statin tedavisi ile pankreas kanserinin genel riskinde azalmayı öne sürdüğünü belirtmektedir. Ancak, bu meta-analiz, randomize kontrollü çalışmaların (RCT’ler) klinik araştırmalardaki altın standart olarak dahil edilmesini vurgulayarak, statin tedavisi ile tümör riski arasındaki bağlantıyı açıkça göstermeyi amaçlamaktadır.
Çalışmanın güçlü yanları arasında güncel olması, RCT’lere odaklanması, büyük örneklem boyutu, yüksek kaliteli RCT’ler, düşük heterojenlik ve nispeten düşük yayın önyargısı bulunmaktadır. Ancak, sınırlamalar arasında statin tipleri ve dozları hakkında sınırlı bilgi, popülasyon özel RCT’lerin önyargıya neden olması, belirli tümörler için küçük örneklem boyutları, statin tipleri ve dozlarındaki farklılıklar ve olası yayın önyargısı bulunmaktadır.
Sonuç olarak, analiz, kardiyovasküler olayları önlemek veya tedavi etmek için statin tedavisinin kanser insidansını veya mortalitesini azaltmadığını önermektedir. Statinlerin kanser riskini artırmadığı bir gerçek olsa da, bu bulguları doğrulamak için daha büyük örneklem boyutları ve uzatılmış süreleri içeren daha fazla çalışma gerekmektedir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Böbrek hastalıklarının belirlenmesinde FGF21 düzeyleri değerli olabilir!
Fibroblast büyüme faktörü 21 böbrek sonuçları için güçlü bir biyobelirteç olabilir: bir meta-analiz
Bu meta-analiz, Fibroblast Büyüme Faktörü 21’in (FGF21) çeşitli böbrek hastalıklarındaki rolünü belirlemeyi amaçlamıştır. Araştırmaya 19348 katılımcı ile toplam 28 uygun çalışma dahil edilmiştir. Sonuçlar, serum FGF21 düzeylerinin KBH hastalarında ve T2DM hastalarında böbrek sonuçlarında kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede yüksek olduğunu göstermiştir. T2DM hastalarında KBH ve böbrek sonuçları insidansı, yüksek FGF21 konsantrasyonuna sahip hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti. Bu durum, yüksek serum FGF21 düzeyinin T2DM hastalarında KBH insidansını ve renal sonuçları öngörebileceğini düşündürmektedir. Çalışma, serum FGF21’in tip 2 diyabet hastalarında KBH’nin ilerlemesi ve zorlu böbrek sonuçları da dahil olmak üzere çeşitli böbrek hastalıkları için güçlü bir belirleyici olabileceği sonucuna varmıştır. Ancak, bu bulguyu doğrulamak için daha geniş ölçekli klinik araştırmalara ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Vasküler kalsifikasyona karşı magnezyum kullanımı fayda sağlıyor!
Kronik böbrek hastalığı olan hastalarda magnezyumun vasküler kalsifikasyon üzerine etkisi: sistematik bir inceleme ve meta-analiz
Bu çalışmada, özellikle diyalize giren son evre böbrek hastalığı (CKD) hastalarında yaygın bir sorun olan vasküler kalsifikasyona (VC) odaklanılıyor. VC, kardiyovasküler riskleri ve tüm nedenlere bağlı ölüm riskini önemli ölçüde artırır ve bu durum popülasyonda ciddi bir endişe kaynağıdır. Erken teşhis ve etkili yönetim, hastaların hayatta kalması ve yaşam kalitelerinin iyileştirilmesi için hayati öneme sahiptir.
Magnezyum (Mg), insan vücudundaki çeşitli fizyolojik fonksiyonlarda önemli roller oynar. Mg takviyesinin, oral alım veya diyalizat içindeki Mg konsantrasyonunu artırma yoluyla, serum Mg seviyelerini artırdığına dair çalışmalar mevcuttur. Düşük Mg seviyeleri, CKD’li hastalarda daha yüksek mortalite ile ilişkilidir. Hayvan modelleri, yüksek diyet Mg’nin aortik kalsifikasyonu inhibe ettiğini göstermektedir, bu durum da Mg’nin VC’yi durdurma potansiyelini destekler. Ancak bazı çalışmalar, Mg’nin VC’yi yavaşlatmada olumlu etkisini gösterirken, bu meta-analiz de dahil olmak üzere diğerleri belirgin bir etki bulamamıştır. Mg takviyesi formlarındaki farklılıklar ve kısa çalışma süreleri bu tutarsız sonuçlara neden olmaktadır.
T50 gibi ektopik kalsifikasyonu yansıtan parametrelerin değerlendirilmesi, Mg takviyesinin T50’yi iyileştirme potansiyelini gösterdi. Ancak bu analizde tutarlı değildi. Ayrıca, Mg takviyesinin serum fosfor (P) seviyeleri üzerinde belirgin bir etkisi yoktu. Ancak diyalizat Mg konsantrasyonu arttığında serum kalsiyum (Ca) ve paratiroid hormonu (PTH) seviyelerini düşürmekte bazı etkiler gösterdi. Bu etki, Mg’nin CKD ile ilişkili kalsifikasyonda olası olumlu rolünü dolaylı olarak yansıtmaktadır.
Karotid intima-media kalınlığı (cIMT), damar değişikliklerini gösteren bir işaretçi olarak, Mg takviyesinin analiz edilen çalışmalarda cIMT’yi azalttığını göstermiştir. Bununla birlikte sonuçlar, CKD hastalarında özellikle değil, sağlıklı bireyler ve hipertansiyon hastaları da dahil olmak üzere Mg takviyesinin cIMT üzerinde belirgin bir etkisi olmadığını bulan önceki meta-analizlerle çelişmektedir.
Mevcut çalışmaların sınırlı olması ve Mg takviyesi formları, dozları ve kalsifikasyon seviyelerindeki farklılıklar nedeniyle, bu meta-analizdeki Mg’nin VC üzerindeki etkileri kesin olmamakla birlikte; serum Mg seviyelerini artırma, Ca ve PTH seviyelerini düşürme ve cIMT’yi azaltma gibi potansiyel faydaları gösterilmiştir. CKD hastalarında VC’yi yönetmede Mg’nin rolünü daha net anlamak için gelecekte daha büyük örneklem ve çok merkezli RCT çalışmaları gerekmektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Kemoterapi hastalarında müziğin sakinleştirici ve stres giderici rolü görüldü!
Kemoterapi alan kanserli kadınlarda progresif kas gevşemesi ile birlikte müzik müdahalesinin anksiyete, depresyon, stres ve yaşam kalitesi üzerindeki etkileri: Pilot randomize kontrollü bir çalışma
Meme ve jinekolojik kanser hastalarının kemoterapi sürecindeki stresle başa çıkma yöntemleri bu çalışmada test edildi. Motivasyonel danışmanlıkla kas gevşeme teknikleri bir araya getirildi. Sonuçlar bu tekniklerin hastalarda anksiyete, depresyon ve stres hislerini yönetmek için yardımcı olabileceğini gösterdi.
Çalışma katılımcıları bulmada ve onları ilgili tutmada başarılı oldu, ancak bazıları pratik nedenlerle katılımdan çekildi. Evde uygulanan müdahaleler zor olabilir ancak aile desteği ve kolay takip edilebilir materyallerle insanların devam etmesine yardımcı oldular. Danışmanlık ve gevşeme tekniklerini alan kişiler, almayanlara göre daha az anksiyöz, daha az depresif ve daha az stresli hissettiler.
Müziğin vücut ve zihin üzerinde sakinleştirici bir etkisi vardır. Kas gevşemesi de stresi azaltmaya yardımcı oluyor gibi görünüyor. Bu kombinasyon aynı zamanda katılımcıların genel yaşam kalitesini, fiziksel sağlıklarını ve duygusal-sosyal durumlarını iyileştirmekte yardımcı olmuş. Ayrıca ağrı, bulantı, kusma ve uyku sorunları gibi konularda da yardımcı olmuş.
Çalışmanın metodolojisi ve müdahale tasarımı gibi bazı iyi yönleri olmasına rağmen, katılımcı sayısının azlığı ve sadece bir yerde yapılması gibi bazı kısıtlamaları vardı. Ayrıca, müdahaleyi alan kişilerin kim olduğu gizlenemedi, bu da sonuçları etkileyebilir. Özetle, müziği ve kas gevşemesini birlikte kullanmak, kanser hastalarının tedavi stresiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilecek etkili bir yöntem gibi görünüyor. Ancak, bu çalışmanın küçük olmasından dolayı, bu bulguları doğrulamak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Diğer dövüş sporlarına göre boksta beyin sarsıntısı riski çok daha fazla!
Boksta Baş Travmasını İnceleyen Sistemik Bir Derleme ve Meta-Analiz
Bu sistemik derleme ve meta-analiz, amatör ve profesyonel boksta kronik fiziksel, nöropsikiyatrik ve nörolojik beyin anormalliklerini inceleyerek, boksun diğer dövüş sporlarıyla karşılaştırılan beyin sarsıntısı riskini değerlendirerek ve başlıkların etkinliğini değerlendirerek gerçekleştirildi. Bulgular, boksörlerin cavum septum pellucidum veya beyin atrofisi gibi fiziksel kronik beyin anormallikleri geliştirme olasılığının düşük olduğunu göstermektedir. Ancak, boksörün sağlığı üzerindeki genel etkisi konusunda belirsizlik vardır ve bu da daha fazla araştırmayı gerektirmektedir.
Nöropsikiyatrik ve nörolojik bozukluklarla ilgili olarak, çalışma, normal CT veya EEG taramalarına sahip boksörler arasında önemli farklar bulmadı. Parkinson hastalığı veya Alzheimer gibi bozukluklar geliştirme olasılıklarının arttığı bir durum olmasına rağmen, demansa yakalanma olasılığının belirgin bir şekilde yüksek olduğu görülmüştür. Tekrarlayan beyin travması, bir katkı faktörü olarak tanımlandı.
Başlık analizi çelişkili sonuçlar gösterdi. Başlıkların yumrukların pik lineer ve açısal ivmesini azalttığı, yaralanma önleme açısından işaret ettiği bir durum olmasına rağmen, 2013 kural değişikliğinden önce ve sonra baş vuruşlarına karşı risk arasında önemli bir fark bulunmadı. Bu, başlıkların genel etkinliği konusunda sorular ortaya çıkardı ve başlıkların başa yumrukları teşvik edebileceği, baş travmasını artırabileceği yönündeki önerileri içeriyordu.
Boksta beyin sarsıntıları ile diğer dövüş sporları arasında karşılaştırma yapıldığında, boksta beyin sarsıntısı geçirme riskinin önemli ölçüde daha yüksek olduğu görülmüştür. Amatör boksun profesyonel bokstan daha güvenli olduğu bulunmuş, bu durum muhtemelen daha kısa maç süreleri, başlıklar ve dolgulu eldivenler gibi faktörlere bağlanabilir. Ancak, çalışma, dövüş sporlarında inherent riski vurgulayarak, akut travmatik beyin yaralanmalarından kronik travmatik beyin yaralanmalarına kadar potansiyel risklere dikkat çekmiştir.
Sınırlamalar, başlık etkinliği konusundaki yetersiz araştırma, değerlendirilen yönlerdeki değişkenlik, kadın temsilinin eksikliği ve potansiyel yayın önyargısı içermektedir. Sonuçlar, boksun tehlikeli doğasını vurgulayarak, diğer dövüş sporlarına kıyasla beyin sarsıntısı riskinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bulgular, başlık etkinliği üzerine daha fazla araştırma yapılması ve boksla ilişkilendirilen riskleri değerlendirmek ve ele almak için kapsamlı önlemlere ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Auriküler vagus stimülasyonu ile Parkinson hastalarında iyileşmeler sağlanabiliyor!
Transkutanöz auriküler vagus siniri stimülasyonu, Parkinson hastalığında yürüyüşü ve kortikal aktiviteyi iyileştirir: Pilot randomize bir çalışma
Bu çalışmada, taVNS’nin (Transkutanöz auriküler vagus siniri stimülasyonu) Parkinson hastalığında (PD) yürüme sorunları ve beyin aktivitesi üzerindeki etkisi araştırılmıştır. PD hastalarında adım uzunluğu, kol hareket açıklığı ve dönüş süresi gibi yürüme özelliklerinde sağlıklı kontrollere kıyasla azalma görülmüştür. 7 günlük taVNS terapisi sonrasında, PD hastalarında adım uzunluğu, adım hızı, adım boyu, adım uzunluğu değişkenliği, yürüme döngüsü ve çift destekleme gibi birçok yürüme özelliğinde belirgin iyileşmeler gözlemlenmiştir. Beyin aktivitesi analizi, normal yürürken PD hastalarının sol dorsolateral prefrontal korteks (DLPFC), PMA, SMA, M1 ve primer somatosensoriyel korteks bölgesinde kontrol grubuna göre daha yüksek oksijenasyon olduğunu ortaya koymuştur. İlginç bir şekilde taVNS, PD hastalarında primer somatosensoriyel kortekste beyin aktivitesini azaltmış ve bunun PD hastalarındaki yürüme sorunlarının iyileşmesi ile ilişkili olabileceği düşünülmüştür.
Mevcut literatür, Parkinson hastalarının yaş uyumlu sağlıklı bireylerle kıyasla yürüme sorunları yaşadığını belgelemiştir. Hayvanlar üzerindeki çalışmalar ve vagus sinir stimülasyonu (VNS) gibi bazı terapiler, Parkinson ile ilişkili hareket sorunlarının iyileştirilmesine yardımcı olmuştur. Benzer şekilde bu çalışmada taVNS terapisi, Parkinson hastalarında yürüme hızında ve istikrarında iyileşme göstermiştir. Ancak, bazı motor skorları tedavi sonrasında anlamlı farklılık göstermemiştir, muhtemelen diğer çalışmalardan farklı stimülasyon yöntemleri ve parametrelerden kaynaklanmaktadır.
Beyindeki yürüme kontrolü doğrudan ve dolaylı yollarla gerçekleşir. Bu yollardaki anormallikler PD ile ilişkili yürüme sorunlarına neden olur. PD hastaları normal yürürken çeşitli beyin bölgelerinde anormal aktivasyon göstermiştir. Primer somatosensoriyel korteks bölgesindeki aktivasyon, taVNS terapisi sonrasında azalmıştır, bu da taVNS’nin PD hastalarında yürüme sorunlarına ilişkin bir tür sinirsel mekanizma oluşturabileceğini göstermektedir.
Sınırlamalar, küçük örneklem boyutu ve fNIRS sisteminin alt kortikal yapıları tespit etme konusundaki sınırlamalarını içermektedir. Bu bulguları doğrulamak için daha büyük örneklem ve gelişmiş görüntüleme tekniklerinin kullanıldığı ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Bununla birlikte bu çalışma, taVNS’nin PD hastalarında yürüme problemlerini hafifletebileceğini ve somatosensoriyel bütünleşmeyi modüle edebileceğini öne sürerek, PD ile ilişkili yürüme problemlerinin yönetimi için potansiyel yeni bir yaklaşım sunmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Antioksidan alımının kanserlere karşı koruyucu etkisi olduğu gösterildi!
Oksidatif Denge Skoru ve Kanser Riski: Gözlemsel Çalışmaların Sistemik Bir Derlemesi ve Meta-Analizi
Bu meta-analizde Oksidatif Denge Skoru (OBS) ile çeşitli kanser türleri arasındaki ilişki incelendi. Vaka-kontrol çalışmalarında daha yüksek OBS’nin birkaç kanser türü, özellikle meme kanseri üzerindeki olasılıkları azalttığı görüldü. Ancak kohort çalışmalarında OBS ile kanser arasındaki genel ilişki istatistiksel olarak anlamlı değildi. Özellikle kanser türüne göre ilişki farklılık gösterdi; örneğin, uzun dönemli çalışmalarda prostat kanseri ile pozitif bir ilişki bulunurken, meme kanseri ile ters bir ilişki vardı. Bu çalışma türleri arasındaki farklılıkların nedeni, tasarım değişiklikleri ve uzun süreli takip edilme durumundaki olası etkiler olabilir ancak ters nedensellik göz ardı edilemez.
Bulgular, antioksidanların özellikle kolorektal kanser olmak üzere kanserlere karşı koruyucu olabileceği teorilerini destekledi. Çalışmalar, diyetteki pro-oksidanların kolonda yüksek oksidatif stres ve DNA hasarına yol açarak kanser riskini artırabileceğini gösterdi. Ancak sonuçlar, pro- ve antioksidanların dengesinin kansere karşı koruma sağladığı teorisini tam olarak desteklemedi. OBS’nin hesaplanma şekli ve içerdiği bileşenlerin farklılık göstermesinin, özellikle fiziksel aktivitenin etkisi ve pro-oksidan veya antioksidan olarak kabul edilen yağ türlerinin sonuçlardaki farklılıkları açıklayabileceği belirtildi.
Çalışma, OBS ile kolorektal ve meme kanserleri arasında vaka-kontrol ve kohort çalışmalarında ters bir ilişki gösterildi. Ancak prostat kanseri için uzun dönemli çalışmalar doğrudan ve pozitif bir ilişki ortaya koydu. Diğer kanser türleri hakkında sınırlı veri olduğundan, OBS ve kanser ilişkilerinin daha net anlaşılması için daha fazla araştırma önerilmektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Kırmızı ette bulunan Trans vaksenik asit'in anti tümör bağışıklığını yeniden programlandığı saptandı!
Trans-vaksenik asit CD8+ T hücrelerini ve anti-tümör bağışıklığını yeniden programlıyor
Diyetle alınan besinler, enerji ve biyosentetik yapı taşları sağlayarak insan fizyolojisi için çok önemlidir. Bununla birlikte, bu besinlerin belirli fizyolojik süreçleri etkileme mekanizmaları bilinmemektedir. Kan besin bileşiği kütüphanesi tabanlı tarama yaklaşımının kullanıldığı bir çalışma, diyetle alınan trans-vasenik asidin (TVA) efektör CD8+ T hücre fonksiyonunu ve anti-tümör bağışıklığını in vivo olarak doğrudan desteklediğini göstermektedir. TVA öncelikle sığır eti, kuzu eti ve süt ürünleri gibi geviş getiren hayvanlardan elde edilen gıdalardan elde edilir. Diyetle alınan TVA’nın sadece %19 veya %12’si insanlar veya fareler tarafından rumenik aside dönüştürülür. TVA, immünomodülatör bir G proteinine bağlı reseptör olan hücre yüzeyi reseptörü GPR43’ü etkisiz hale getirir ve kısa zincirli yağ asidi agonistlerini antagonize ederek CD8+ T hücresi fonksiyonunun artmasına yol açar. Bu durum, diyetle elde edilen TVA’nın CD8+ T hücrelerinin konakçıya özgü yeniden programlanması için bir mekanizmayı temsil ettiğini ve potansiyel olarak tümör tedavisi için translasyonel potansiyele sahip olduğunu göstermektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Yemek yeme sıklığının vücut kompozisyonuna güçlü bir etkisi olmadığı görüldü!
Yetişkinlerde yeme sıklığının vücut kompozisyonu ve kardiyometabolik sağlık üzerindeki etkileri: randomize denemelerin sistemik bir incelemesi ve meta-analizi
Bu meta-analizde farklı yeme sıklıklarının vücut kompozisyonu ve kardiyometabolik sağlık üzerindeki etkileri araştırıldı ve yüksek veya düşük öğün sıklığı müdahaleleri arasında anlamlı farklar bulunmadı. Analizde Finkelstein ve ark.’ın 1971 tarihli çalışması en sıkı kontrollü olan 16 deneme içeriyordu. Ancak, çoğu deneme küçük örneklem büyüklüklerine sahipti ve yüksek önyargı riski taşıyordu.
Çalışma, önceki sistemik incelemeleri sorgulayarak, hayvan çalışmalarına güvenme, iki haftadan kısa denemelerin dahil edilmesi ve araştırma tasarımlarındaki farklılıklar gibi sınırlamalara dikkat çekti. BMI, Yağ Kitlesi ve İnsülinde daha az sık yemenin daha sağlıklı sonuçları destekleyen eğilimlere rağmen, sonuçların çok düşük belirsizlik düzeyi güçlü sonuçları sınırladı.
Meta-analiz, güçsüz analizler, çapraz çalışmalarda taşınma etkileri konusundaki endişeler, yüksek bırakma oranları ve yeme durumlarını tanımlamada heterojenlik gibi sınırlamaları vurguladı. Çalışma, gelecekteki araştırmalar için standart tanımların benimsenmesi, biyobelirteçlere olan ihtiyaç ve yeme sıklığı denemelerinde şeffaf raporlama ve uyum ölçümünün önemini vurgulayan önerilerde bulundu.
Sonuç olarak, meta-analiz, kısıtlı ve sınırsız yeme sıklıklarının kilo değişikliği ve kardiyometabolik sağlık üzerinde benzer etkilere sahip olduğunu önerdi. Ancak, mevcut denemelerin güçsüz ve önyargılı doğası tarafından sınırlanan bulgular, bu alanda daha titiz ve standartlaştırılmış gelecekteki araştırmalar için önerilerde bulunulmasına neden oldu.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Ciddi tehdit ve travma yaşayanlarda yüksek amigdala ve düşük prefrontal korteks reaktivitesi gelişiyor!
Olumsuz Yaşam Deneyimleri ve Beyin Fonksiyonu: Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme Bulgularının Meta-Analizi
Olumsuz yaşam deneyimleri, kortikolimbik işleyişle ilişkilendirilerek çeşitli ruh sağlığı sorunlarıyla ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte, insan çalışmaları karışık sonuçlar göstermiş, aktivasyon olasılığı tahmini (ALE) meta-analizleri olumsuz olaylar ve beyin fonksiyonu arasında tutarlı bir ilişki tespit edememiştir. Bu çalışma, küçük örneklem büyüklükleri ve çalışmalar arasındaki metodolojik farklılıklar nedeniyle daha sağlam bir yaklaşım olan çok düzeyli çekirdek yoğunluğu analizlerini (MKDA) kullanarak olumsuzluklara maruz kalmanın değişen beyin reaktivitesi ile ilişkisini araştırmayı amaçlamıştır.
Meta-analiz, dört alandakiler (duygu işleme, bellek işleme, engelleyici kontrol, yürütücü işlev, ödül veya ödül işleme) dahil olmak üzere 83 fMRI çalışmasını içermektedir. Veri çıkarımı ve sentezinde iki bağımsız hakem ve veri çıkarımındaki çatışmaları ve hataları çözen üçüncü bir hakem yer almıştır. Veriler rastgele etkiler modeli kullanılarak bir araya getirilmiş ve analiz Ağustos-Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.
Sonuçlar, sıkıntıya maruz kalmanın bir dizi görev alanında daha yüksek amigdala reaktivitesi ve daha düşük prefrontal kortikal reaktivite ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu değişmiş tepkiler yalnızca yetişkin katılımcılarda gözlenmiş ve en açık şekilde ciddi tehdit ve travmaya maruz kalanlar arasında görülmüştür.
Sonuç olarak, sıkıntıya maruz kalma ve beyin fonksiyonu üzerine yapılan fMRI çalışmalarının bu meta-analizi, önceki sıkıntıya maruz kalmanın, çeşitli zorluklara karşı değişen yetişkin beyin reaktivitesi ile ilişkili olduğunu bulmuştur.Bu bulgular, olumsuz olayların sonraki stresle başa çıkma yeteneğini azalttığını ve zihinsel sağlık sorunlarına karşı kalıcı bir duyarlılığa yol açtığını belirlemede yardımcı olabilir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Glukokortikoid kullanımıyla klinik gebelik oranı yükseltilebiliyor!
Yardımcı üreme teknolojisi için ovülasyon indüksiyonu sırasında glukokortikoid takviyesi: sistematik bir inceleme ve meta-analiz
Bu meta-analiz, Yardımcı Üreme Teknolojisi (YÜT) siklusları uygulanan kadınlarda infertilite tedavisinde oosit stimülasyonu sırasında adjuvan glukokortikoid tedavisinin etkinliğini ve güvenliğini değerlendirmektedir. Randomize kontrollü çalışmalar da dahil olmak üzere bir literatür taraması yapılmıştır. Sonuçlar, prednizolon tedavisinin infertil kadınların canlı doğum oranını, abortus oranını ve implantasyon oranını kontrol grubuna kıyasla önemli ölçüde iyileştirmediğini göstermiştir. Bununla birlikte, siklus başına klinik gebelik oranı glukokortikoid tedavisinden sonra artma eğilimi göstermiştir. Meta-analiz, IVF/ICSI uygulanan kadınlarda ovaryan stimülasyon prednizolon tedavisinin klinik sonuçları önemli ölçüde iyileştirmediği sonucuna varmıştır. Sonuçlar infertilite faktörlerinden, doz programlarından ve tedavi süresinden etkilenmiştir ve bu da bu sonuçların yorumlanmasında dikkatli olunması gerektiğini göstermektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Geleneksel ev kadını rolündeki kadınların demans riski daha yüksek bulundu!
Sosyal Sınıf ve Demans Riski: İleriye Dönük Longitüdinal Çalışmaların Sistematik Bir Derlemesi ve Meta-Analizi
Bu makalede, dezavantajlı bir sosyal sınıfa ait olmanın demans riskiyle ilişkisi araştırıldı. Eğitim, gelir, iş ve yaşadığınız mahalle gibi faktörlerin demans riskiyle ilişkili olduğu bulundu. Ancak, eğitim, gelir ve iş gibi sosyal sınıf göstergelerini demansı anlamak için kullanmanın bazı sınırlandırmaları vardı. Bazı araştırmacılara göre, bu faktörlerin toplum ve bilişsel yetenekler arasındaki etkileşimi tam olarak yansıtmıyordu. Gelecekteki çalışmalarda daha geniş bir sosyal farklılıklar görüşünü dikkate alma öneriliyor.
Çalışma, eğitim ve iş karmaşıklığının demans riskinde bir rol oynadığını gösteriyor ancak eğitimin demans üzerindeki etkisi hakkında tartışmalar var. Bazıları daha fazla eğitim görmenin daha iyi sağlık anlamına gelebileceğini düşünürken, diğerleri ekonomik ve siyasi bağlamın önemli olduğunu düşünüyor. Bazı ülkelerde, yüksek eğitim daha iyi beslenme ve hastalıktan daha az etkilenme anlamına gelebilir, bu da demans riskini etkileyebilir.
Nerede yaşadığınız da önemlidir. Yeşil alanlar, yürünebilirlik, hava kalitesi ve gürültü seviyeleri gibi mahalle özelliklerinin demans riskiyle ilişkilendirildiği bazı çalışmalar vardır. Bu özelliklerin insanların yaşadığı yerle nasıl ilişkili olduğunu anlamak, demansı önlemeye yardımcı olabilir.
Çalışma, ırk ile demans riski arasında net bir bağlantı bulmadı, ancak cinsiyet ve sosyal rollerin demans riskini nasıl etkileyebileceğine dair vurgu yapıldı. Örneğin, geleneksel ev kadını rollerindeki kadınların daha yüksek demans riskine sahip olduğu görüldü.
Genel olarak bu çalışma, belirli sosyal gruplardaki insanların demans riskinin daha yüksek olabileceğini gösterdi. Toplumda farklı gruplar arasında demansı daha iyi anlamak ve önlemek için sadece gelir veya iş değil, farklı sosyal faktörleri incelemeye ihtiyaç olduğunu vurgulandı.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
İnterlökin-36'nın kanserde genel sağkalımı artırdığı saptandı!
Kanserlerde Interlökin-36’ların Prognostik Değeri: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz
Makale, çeşitli kanser türlerinde Interlökin-36’ların (IL-36’lar) prognostik değerine odaklanan sistematik bir gözden geçirme ve meta-analizi sunuyor. Bu türdeki ilk çalışma olarak kabul edilen araştırma, 1925 hastayı içeren 10 uygun makaleyi içermektedir.
Ana bulgular, IL-36α’nın yüksek ifadesinin kanser hastalarında daha iyi genel sağkalım (OS) ve daha uzun hastalık süresiz sağkalım (DFS) ile ilişkilendirildiğini göstermektedir. Alt grup analizleri, bu ilişkinin kolorektal kanser (CRC), küçük hücreli olmayan akciğer kanseri (NSCLC) ve hepatoselüler karsinom (HCC) için geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle, immünhistokimya (IHC) analizi kullanan çalışmalar, yüksek IL-36α ifadesi ile iyileşmiş OS arasında tutarlı pozitif korelasyonları göstermektedir.
Buna karşın, çalışma, IL-36γ’nın OS ile ilişkisinin tutarsız olduğunu öne sürmektedir. IL-36γ’nın yüksek ifadesinin gastrik kanser (GC) hastalarında daha iyi OS ile ilişkilendirildiği, ancak HCC hastalarında tam tersi etkilere sahip olduğu belirtilmiştir. IL-36γ’nın kanserdaki rolü, farklı tümör tipleri arasında değişen sonuçlarla belirsizdir.
Makale ayrıca IL-36β’ye de değinerek yeterli sayıda çalışmanın olmadığını belirtmektedir. Kolorektal kanserle ilgili bir çalışmaya dayanan mevcut veriler, IL-36β ifadesi ile kanser prognozu arasında bir ilişki olmadığını öne sürmektedir. Bununla birlikte, diğer çalışmalar, IL-36β’nin tümörlere karşı inhibe edici bir faktör olduğunu, CD8+ T hücrelerini uyararak kansere karşı etkili olan sitokinleri salgılamaya teşvik ettiğini öne sürmektedir.
Makalenin tartışma kısmı, kanserde inflamasyonun geniş bağlamına inerek, immün hücreler, sitokinler ve kan damarları dahil olmak üzere tümör mikroçevreninin rolünü vurgular. IL-36’lar gibi sitokinler, inflamasyon ve tümörlerde çift rolleri için önemli bir rol oynar.
Makale, sınırlamaları kabul eder, bunlar arasında dahil edilen makalelerin nispeten az sayısı, tespit yöntemlerindeki ve kesim değerlerindeki farklılıklar ve öncelikli olarak Çinli hasta popülasyonuna odaklanma bulunmaktadır. Yazarlar, yüksek IL-36 ifadesi ile kanser prognozu arasındaki ilişkiyi kapsamlı bir şekilde araştırmak için daha büyük, çok merkezli çalışmalara ihtiyaç olduğunu öne sürmektedir.
Sonuç olarak, çalışma, IL-36α’nın özellikle CRC hastalarında kanser prognozu için bir kestirim faktörü olarak hizmet edebileceğini öne sürmektedir. Bununla birlikte, IL-36γ’nın rolü belirsizdir ve IL-36β ifadesi ile kanser prognozu arasındaki ilişkiyi netleştirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Makale, farklı kanser tiplerinde IL-36’ların kapsamlı bir anlayışını sağlamak için daha büyük örneklem büyüklükleri ve standartlaştırılmış metodolojilere yönelik daha fazla araştırmanın önemini vurgular.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Uppsala Üniversite Hastanesi ve Sana Biotechnology, immünsupresyon olmaksızın Tip 1 diyabet hastalarına adacık hücresi nakli için klinik denemelere başladı!
Uppsala Üniversite Hastanesi ve Sana Biotechnology, Tip 1 Diyabet Hastaları için Birincil Adacık Hücresi Tedavisine Yönelik İnsanlarda İlk Klinik Deneme Başvurusunun Onaylandığını Duyurdu
Araştırma, Sana’nın “hypoimmune” (HIP) teknolojisi ile mühendislik yapılmış bir hücre tedavisi olan UP421’in tip 1 diyabet hastalarında ilk insan denemesine başlama izni aldığını belirtiyor. UP421’in amacı, immünsupresyon olmaksızın işlevsel pankreas hücrelerinin naklinin mümkün olduğunu kanıtlamaktır. Bu tedavi, tip 1 diyabetli hastalar için hücre nakli yapmayı amaçlamaktadır.
Ayrıca Sana’nın “hypoimmune” teknolojisinin allogeneik hücrelerin immunolojik reddini aşmayı hedeflediğini ve bu teknolojinin, allogeneik hücrelerin immün sistemi atlatarak nakledilmesini mümkün kılabileceğini vurgulamaktadır. Hipononimalı (HLA) sınıf I ve sınıf II ifadesini bozan bu teknoloji, hücrelerin adaptif immün sistemden kaçınmasına olanak tanır. UP421’in başarıyla immunolojik reddi aşması durumunda, tip 1 diyabetli hastalarda nakledilen hücrelerin hayatta kalması ve C-peptid üretimi sağlanabilir.
Son olarak,Sana Biotechnology’nin “hypoimmune” platformu immünsupresyon olmaksızın allogeneik hücre nakli yapma amacı güder ve şu anda çeşitli hücre tipleri üzerinde kullanılmaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Daha iyi bir vücut kitle indeksi daha iyi bir bilişsel yetenek anlamına geliyor!
Bilişsel yetenek ve vücut kitle indeksi arasındaki ilişki: Dört boylamsal çalışmada kardeş karşılaştırma analizi
Çalışma, dört ABD genel gençlik nüfusu kohort çalışmasından elde edilen verileri kullanarak ergen bilişsel yeteneği ile yetişkin vücut kitle indeksi (VKİ) arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Çalışmaya ergenlik döneminden 62 yaşına kadar 5.602 haneden 12.250 kardeş katılmıştır. Araştırmacılar, ergen bilişsel becerisi ile yetişkin BMI arasındaki ilişkinin aile içi ve aileler arası tahminlerini karşılaştırmak için rastgele etkiler arası (REWB) ve artık niceliksel regresyon (RQR) modellerini kullanmışlardır. Sonuçlar, ergen bilişsel yeteneğinin 25. yüzdelik diliminden 75. yüzdelik dilimine geçmenin aileler arasında -0,95 kg/m2 daha düşük BMI ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Ailenin sosyoekonomik konumuna göre ayarlama yapıldığında bu ilişki -0,61 kg/m2’ye düşmüştür. Bununla birlikte, aile içi ilişki sadece -0,06 kg/m2 olmuştur. Sınırlamalar arasında aile içi tahminlerin ölçüm hatası, paylaşılmayan faktörler yoluyla karıştırılması ve taşınma etkileri nedeniyle yanlı olma olasılığı yer almaktadır. Çalışma, bilişsel yetenek ve sonraki BMI arasındaki iyi tekrarlanan ilişkilerin büyük ölçüde aile arka plan faktörleri tarafından karıştırılmayı yansıtabileceği sonucuna varmaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Aerobik egzersizlerin hem motor öğrenme hem de kortikal uyarılabilmeyi artırdığı gösterildi!
Farklı Yoğunluklarda Akut Aerobik Egzersiz, Hareketsiz Bireylerde Motor Öğrenme Performansını ve Kortikal Uyarılabilirliği Modüle Eder
Bu çalışma, hareketsiz bireylerde aerobik egzersizin çeşitli yoğunluklarının hem motor öğrenme hem de kortikal uyarılabilirlik üzerindeki etkilerini doğrudan karşılaştırıyor. Bulgular, aerobik egzersizin hem motor öğrenme yeteneklerini hem de kortikal uyarılabilirliği artırdığını gösterdi ve etkinin en fazla orta şiddetli egzersizde olduğunu, düşük ve yüksek yoğunluktaki egzersizlerden daha etkili olduğunu ortaya koydu. Özellikle, SICI (kısa aralıklı kortikal inhibitör) ile motor öğrenme gelişimi arasında orta aerobik egzersiz şiddeti koşulunda özellikle negatif bir ilişki gözlendi.
Motor öğrenme performansı açısından, orta şiddetli egzersiz sonrasında önemli bir iyileşme gözlendi, düşük ve yüksek şiddetlerle karşılaştırıldığında. Bu, tek bir orta şiddetli egzersiz seansı sonrasında benzer etkiler gösteren önceki araştırmalarla uyumluydu. Kortikospinal uyarılabilirlik önemli değişiklikler göstermedi, ancak orta şiddetli egzersiz ICF (kortikal kolaylaştırma) artışı ve SICI (kısa aralıklı kortikal inhibisyon) azalması sağlayarak, eksitatuar glutamaterjik nörotransmisyon ve GABA ile ilişkili inhibisyon üzerinde düzenleme gösterdi. İlginçtir ki, düşük yoğunluklu egzersiz motor öğrenme veya kortikal uyarılabilirlik üzerinde etkili olmazken, yüksek yoğunluklu egzersiz ICF’yi artırırken SICI’yi etkilemedi.
Çalışma, aerobik egzersizin hareketsiz bireylerde motor öğrenme ve kortikal uyarılabilirlik üzerinde doza bağlı, doğrusal olmayan bir etkisini vurguluyor. Orta yoğunluktaki egzersiz her ikisini de önemli ölçüde iyileştirirken, düşük yoğunluk etkisi yok denecek kadar azdı ve yüksek yoğunluklu egzersiz ise karışık sonuçlar gösterdi. Bulgular, orta şiddetli egzersiz sonrası azalan GABA inhibisyonu ile gelişmiş motor öğrenme arasında bir bağlantı olabileceğine işaret ediyor. Çalışma, hareketsiz bireylerde bilişsel ve motor performansı artırmak için özellikle orta şiddetteki aerobik egzersizin uygunluğunu vurguluyor. Ancak, bu etkilerin klinik popülasyonlarda incelenmesi ve kişiselleştirilmiş müdahale protokollerinin göz önünde bulundurulması için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz