1 Kasım 2025/"Mineral"

TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER

Herpes Zoster Aşısının Demans Üzerindeki Etkisi Üzerine Doğal Bir Deney

Herpes Zoster Aşısının Demans Üzerindeki Etkisi Üzerine Doğal Bir Deney

Bu çalışma, nörotropik herpes virüslerinin bunama ile ilişkisine ve aşıların immünolojik etkilere sahip olabileceğine dair artan kanıtlar ışığında yapılmıştır. Araştırmacılar, canlı zayıflatılmış herpes zoster aşısının bunama teşhisi üzerindeki etkisini nedensel olarak belirlemek için Galler’deki benzersiz bir doğal deneyden faydalanmıştır: aşı uygunluğu, 2 Eylül 1933 kesin doğum tarihine göre belirlenmiştir. Bu tarih, aşıyı hiç alma olasılığında %0,01’den %47,2’ye ani bir artışa yol açmıştır. Bu regresyon süreksizlik tasarımı yöntemi, aşılanan ve aşılanmayan gruplar arasında karıştırıcı faktörlerin etkisini azaltmaya yardımcı olmuştur.

Araştırmacılar, herpes zoster aşısı alanların 7 yıllık takip süresi boyunca yeni bir bunama teşhisi alma olasılığında %3,5’lik mutlak bir azalma (bu da %20,0’lık göreceli bir azalmaya denk gelmektedir) olduğunu bulmuştur. Bu koruyucu etki kadınlarda daha güçlü görülmüştür. Bulgular, farklı bir popülasyon (İngiltere ve Galler) ve farklı bir veri kaynağı (ölüm sertifikaları) kullanılarak başarıyla doğrulanmıştır. Çalışma ayrıca, zoster aşısının uçuk (shingles) teşhislerini azalttığını da doğrulamıştır.

Çalışma, zoster aşısının bunama üzerindeki koruyucu etkisine yol açabilecek potansiyel mekanizmaları da araştırmıştır. Olası mekanizmalar arasında varisella zoster virüsünün (VZV) reaktivasyonlarında azalma ve VZV’den bağımsız bir immünomodülatör etki yer almaktadır. Bu analizler, her iki mekanizmanın da olası olduğunu düşündürmektedir. Araştırmanın güçlü metodolojisi, bulguların şansa bağlı olma olasılığının düşük olduğunu ve diğer analiz yaklaşımlarıyla da doğrulandığını göstermektedir. Eğer bu bulgular nedensel olarak doğrulanırsa, zoster aşısı bunamayı önlemede veya geciktirmede mevcut tedavilerden çok daha etkili ve maliyet-etkin bir rol oynayabilir.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Eyting M, Xie M, Michalik F, Heß S, Chung S, Geldsetzer P. A natural experiment on the effect of herpes zoster vaccination on dementia. Nature. 2025 Apr 2. doi: 10.1038/s41586-025-08800-x. Epub ahead of print. PMID: 40175543.)

Fabry Hastalığında Derin Öğrenme Destekli Retinal Mikrovasküler Değerlendirme Ve Serebral Küçük Damar Hastalığı

Fabry Hastalığında Derin Öğrenme Destekli Retinal Mikrovasküler Değerlendirme Ve Serebral Küçük Damar Hastalığı

Bu çalışma, nadir görülen Fabry hastalığında (FD) beyindeki küçük damar hastalığı (CSVD) gelişiminin potansiyel öncü göstergelerini aramıştır. FD, genetik bir enzim eksikliği nedeniyle vücutta zararlı bir madde (Gb3) birikimiyle organlara, özellikle de kan damarlarına zarar verir. Beyindeki küçük damarların etkilendiği CSVD, FD hastalarında sık görülen ciddi bir sorundur. Çalışma, göz damarlarının (retina mikrovasküler ağı) yapı ve fonksiyon olarak beyin damarlarına benzerliğinden yola çıkarak, retina damarlarındaki değişikliklerin (RMPs) beyin CSVD sorunlarını yansıtabileceği hipotezini test etmiştir. Yapay zeka destekli bir analiz sistemi kullanılarak, 27 FD hastası ve 27 sağlıklı kontrolün retina görüntüleri karşılaştırılmış ve RMPs ile beyin MRI bulguları arasındaki ilişkiler incelenmiştir.

Detaylı retina analizi sonucunda, FD hastalarında sağlıklı bireylere kıyasla retina damarlarında belirgin farklılıklar saptanmıştır. Bu farklar arasında damar çapında ve yoğunluğunda azalma, fraktal boyutunda düşüş, venüllerde artmış kıvrımlılık ve arteriyol ve venüllerde artmış asimetri yer almaktadır. Bu retina parametrelerinin bazıları, hastalığın şiddetini yansıtan biyobelirteçler (Lyso-Gb3) ve skorlarla (MSSI) ilişkili bulunmuştur. En önemli bulgu, retina arteriyol asimetri oranı (ARa) ile beyin MRI’sında saptanan CSVD lezyonlarının skorları (beyaz madde değişiklikleri, laküner enfarktlar, beyin atrofisi) arasında güçlü negatif korelasyonlar olduğunun gösterilmesidir. Bu, retina arter damarlarındaki asimetrinin beyindeki küçük damar hastalığı ile ilişkili olabileceğine işaret etmektedir.

Sonuç olarak, bu çalışma retina mikrovasküler değişikliklerinin Fabry hastalığında CSVD ile ilişkili beyin lezyonlarının potansiyel erken veya ilişkili göstergeleri olabileceğine dair önemli kanıtlar sunmaktadır. Özellikle retina arteriyol asimetrisi (ARa) gibi yapay zeka ile ölçülebilen parametreler, gelecekte CSVD takibi için kullanılabilecek non-invaziv biyobelirteç adaylarıdır. Fundus fotoğrafçılığının beyin MRI’sına göre daha hızlı, non-invaziv ve ekonomik olması, bu yöntemin FD hastalarında hastalığın şiddetini ve beyin tutulumunu izlemede pratik bir araç olabileceğini düşündürmektedir. Çalışmanın kesitsel tasarımı ve sınırlı örneklem boyutu gibi kısıtlamalar olmakla birlikte, bulgular FD’de retina damarlarının beyin sağlığının bir aynası olabileceği fikrini desteklemektedir.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Li Y, Zhou X, Li J, Zhao Y, Yuan Y, Yang B, Xu J, Wei Q, Yan X, Zhang W, Wu Y. Deep learning assisted retinal microvasculature assessment and cerebral small vessel disease in Fabry disease. Orphanet J Rare Dis. 2025 Apr 3;20(1):158. doi: 10.1186/s13023-025-03627-1. PMID: 40181436; PMCID: PMC11969690.)

Sekiz Ülkede Ultra İşlenmiş Gıda Tüketimine Bağlanabilen Erken Ölümler

Sekiz Ülkede Ultra İşlenmiş Gıda Tüketimine Bağlanabilen Erken Ölümler

Ultraproses gıdalar (UPF’ler), besin değeri genellikle düşük, endüstriyel olarak işlenmiş ürünlerdir. Çeşitli kronik hastalıklar ve genel sağlık sorunlarıyla ilişkileri bilimsel olarak gösterilmiştir. Bu çalışma, UPF tüketiminin tüm nedenlere bağlı ölümlerle ilişkisini ve özellikle 30-69 yaş arası erken ölümlerin ne kadarının UPF’lere atfedilebileceğini sekiz farklı ülkede (düşük, orta ve yüksek UPF tüketimli) tahmin etmeyi amaçlamıştır.

Yapılan meta-analiz ve modelleme sonucunda, UPF’lerin toplam enerji alımındaki payındaki her %10’luk artışın, tüm nedenlere bağlı ölüm riskinde %2,7’lik bir artışla ilişkili olduğu belirlenmiştir (Bağıl Risk=1.03). Sekiz ülkede UPF tüketimine atfedilebilen erken ölüm oranları, ülkeye göre %3,9 (Kolombiya) ile yaklaşık %14 (Birleşik Krallık ve ABD) arasında değişmektedir. Mutlak sayılarla bu, örneğin ABD’de yılda yaklaşık 124 bin erken ölüme denk gelmektedir.

Bu bulgular, ultraproses gıda tüketiminin erken ölümler için önemli ve büyük ölçüde önlenebilir bir risk faktörüolduğunu göstermektedir. Bu durum, dünya genelinde ciddi bir halk sağlığı sorunudur ve acil eylem gerektirir. UPF tüketimini azaltmaya yönelik politika değişiklikleri ve güncellenmiş beslenme rehberleri gereklidir. Çalışma, UPF’lerin sağlık üzerindeki önemli olumsuz etkisini teyit ederek, hükümetlere ve sağlık sistemlerine bu konuyu ele almaları yönünde güçlü bir çağrı yapmaktadır.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Nilson EAF, Delpino FM, Batis C, Machado PP, Moubarac JC, Cediel G, Corvalan C, Ferrari G, Rauber F, Martinez-Steele E, Louzada MLDC, Levy RB, Monteiro CA, Rezende LFM. Premature Mortality Attributable to Ultraprocessed Food Consumption in 8 Countries. Am J Prev Med. 2025 Apr 2:S0749-3797(25)00072-8. doi: 10.1016/j.amepre.2025.02.018. Epub ahead of print. PMID: 40293384.)

Ulusal Bitkisel Ve Hayvansal Protein Kaynakları İle İnsan Popülasyonlarında Yaşa Özgü Ölüm Oranı Arasındaki İlişkiler

Ulusal Bitkisel Ve Hayvansal Protein Kaynakları İle İnsan Popülasyonlarında Yaşa Özgü Ölüm Oranı Arasındaki İlişkiler

Merhaba. Bu ilginç çalışma, ülkelerin gıda sistemlerindeki bitkisel ve hayvansal kaynaklı protein arzlarının yaşa özgü ölüm oranlarıyla nasıl ilişkili olduğunu küresel düzeyde incelemiş. Genel olarak, düşük toplam protein arzının tüm yaş gruplarında daha yüksek ölüm oranlarıyla ilişkili olduğu bulunmuştur. Ancak, protein kaynaklarının (hayvansal veya bitkisel) optimal dengesinin yaşa göre değiştiği görülüyor.

Çalışmanın bulgularına göre, erken yaşamda sağkalım (5 yaşına kadar) daha yüksek hayvansal kaynaklı protein (ABP) ve yağ arzı ile iyileşiyor. Özellikle, 5 yaşına kadar sağkalım ile ABP miktarı arasında güçlü pozitif bir ilişki gözlemlenmiştir. Bu durumun olası nedenleri arasında, ABP’nin esansiyel amino asit içeriği, daha yüksek biyoyararlanımı ve sindirilebilirliği ile demir, çinko ve A vitamini gibi büyüme ve gelişme için gerekli besin maddelerini daha fazla içermesi yer alıyor.

Yaş ilerledikçe eğilim değişiyor. İleriki yaşlarda sağkalım (60 yaşına kadar ve genel yaşam beklentisi) artan bitkisel kaynaklı protein (PBP) ve daha düşük yağ arzı ile iyileşiyor. Enerji birimi başına PBP’nin, ABP’ye kıyasla 60 yaşına kadar sağkalımı daha fazla iyileştirdiği öngörülmüştür ve en yüksek sağkalım oranı yüksek PBP ve düşük ABP arzında görülmüştür. PBP’nin bu olumlu etkileri, diyet lifi ve tam tahıl içeriği gibi faktörlerle ilişkili olabilir. Ayrıca, düşük yağ arzının ileriki yaşlarda sağkalım için faydalı olduğu belirlenmiştir. Sonuç olarak, sürdürülebilir gıda sistemlerine geçiş sırasında, özellikle hayvansal kaynaklıdan bitkisel kaynaklı proteinlere kayışın, sağlık ve çevresel faydaları dengelemek için yaşa özgü ayarlamalarla yönetilmesi gerekebileceği önerilmektedir.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Andrews CJ, Raubenheimer D, Simpson SJ, Senior AM. Associations between national plant-based vs animal-based protein supplies and age-specific mortality in human populations. Nat Commun. 2025 Apr 11;16(1):3431. doi: 10.1038/s41467-025-58475-1. PMID: 40210635; PMCID: PMC11986065.)

Katı Tümörlerde B7 H3 Ekspresyonunun Prognostik Önemi

Katı Tümörlerde B7 H3 Ekspresyonunun Prognostik Önemi: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz

B7H3, bağışıklık kontrol noktaları arasında yer alan ve tümör immün kaçışında rol oynayan önemli bir proteindir. Bu molekül; sitokin salınımını değiştirme, makrofajları immünsüpresif M2 fenotipine yönlendirme ve tümörle ilişkili fibroblastların çoğalmasını artırma gibi yollarla tümör mikroçevresinde immün baskılanmayı güçlendirmektedir. Ayrıca B7H3, tümör hücrelerinin proliferasyonu, invazyonu, epitel-mezenkimal geçişi (EMT), ekstrasellüler matriksin yeniden şekillenmesi ve anjiyogenez gibi bağışıklıktan bağımsız yollarla da tümör ilerlemesine katkı sağlar. Bu etkiler, B7H3’ün yüksek tümör agresifliği ve kötü prognozla ilişkili olduğunu göstermektedir. Ancak B7H3’ün bağlandığı reseptörlerin henüz tam olarak tanımlanmamış olması, bu proteinin bazı kanser türlerindeki rolüyle ilgili çelişkili bulgulara yol açmaktadır.

Meta-analiz kapsamında 51 çalışma ve 12.111 vaka değerlendirilmiş ve B7H3’ün aşırı ekspresyonunun genel sağkalım (OS), hastalıksız sağkalım (DFS), ilerlemesiz sağkalım (PFS), nükssüz sağkalım (RFS) ve hastalığa özgü sağkalım (DSS) gibi tüm parametrelerde kötü prognozla ilişkili olduğu saptanmıştır. Ancak çalışmalardaki yöntem farklılıkları, B7H3 için kullanılan immünohistokimyasal (IHC) değerlendirme tekniklerindeki standart eksikliği ve kesim değerlerinin tutarsızlığı, bu bulguların genellenebilirliğini sınırlamaktadır. Ayrıca analizlerde yüksek heterojenite gözlenmiş, bu durumun kaynağı tam olarak belirlenememiştir. B7H3’ün bazı kanser türlerinde (örneğin NSCLC, prostat, mesane gibi) prognostik değer taşımadığı veya çelişkili sonuçlar verdiği gözlemlenmiştir.

Çalışma sonuçları, B7H3’ün özellikle PD-1/PD-L1 inhibitörlerine dirençli tümörlerde terapötik hedef olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Anti-B7H3 CAR T hücre tedavileri ve monoklonal antikorlar ile yapılan erken faz klinik çalışmalarda umut verici sonuçlar elde edilmiş; özellikle immün dışı dokularda düşük B7H3 ekspresyonu nedeniyle yan etkilerin sınırlı olduğu görülmüştür. Bununla birlikte, B7H3 ekspresyonunun standardize edilmiş yöntemlerle değerlendirilmesi ve kesim değerlerinin belirlenmesi, hem klinik karar süreçleri hem de araştırmaların karşılaştırılabilirliği açısından büyük önem taşımaktadır. Gelecekte, B7H3’ün immünoterapilere entegre edilmesi ve diğer bağışıklık kontrol noktalarıyla birlikte değerlendirilmesi, daha etkili kanser tedavi stratejilerinin geliştirilmesini mümkün kılabilir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Mielcarska S, Kula A, Dawidowicz M, Waniczek D, Świętochowska E. Prognostic Significance of B7H3 Expression in Solid Tumors: A Systematic Review and Meta-Analysis. Int J Mol Sci. 2025 Mar 26;26(7):3044. doi: 10.3390/ijms26073044. PMID: 40243697; PMCID: PMC11988431.)

Pediatrik Akciğer Ses Analizi için Yapay Zeka Modelleri

Pediatrik Akciğer Ses Analizi için Yapay Zeka Modelleri: Sistematik Derleme ve Meta-Analiz

Bu sistematik derleme, makine öğrenimi (ML) ve yapay zekâ (AI) modellerinin pediatrik akciğer seslerini sınıflandırmadaki başarısını ortaya koymuştur. 2020’li yıllarda bu alanda yapılan çalışmaların sayısında önemli bir artış görülmektedir. Araştırmalarda genellikle bronşiolit, zatürre ve astım gibi üst üste binen hastalıkların ses analiziyle ayrımı hedeflenmiş, ancak tanı koymada veri çeşitliliği ve etiketleme standartlarının eksikliği nedeniyle zorluklar yaşanmıştır. Çoğu çalışma sınırlı örneklem büyüklüğüne ve kuruma özel veritabanlarına dayanmakta, yalnızca Şanghay merkezli tek bir pediatrik ses veritabanı kamuya açıktır.

Çalışmalarda en çok kullanılan öznitelik çıkarma yöntemleri MFCC, Mel-spektrogram ve Fourier dönüşümleridir; sınıflandırma için ise CNN ve SVM modelleri öne çıkmaktadır. Ancak çoğu çalışma yeterli performans metriği sunmamış, bu da sonuçların güvenilirliğini azaltmıştır. Yapay zekânın klinik kullanıma entegrasyonu için açıklanabilirlik, gerçek zamanlı analiz cihazları, etik ve gizlilik gibi birçok sorun hâlâ çözülmeyi beklemektedir. Gelecekte daha standartlaştırılmış, çok merkezli ve klinik faydası kanıtlanmış çalışmalarla pediatrik akciğer ses analizi, tanı ve hasta yönetiminde önemli bir araç haline gelebilir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Park JS, Park SY, Moon JW, Kim K, Suh DI. Artificial Intelligence Models for Pediatric Lung Sound Analysis: Systematic Review and Meta-Analysis. J Med Internet Res. 2025 Apr 18;27:e66491. doi: 10.2196/66491. PMID: 40249944.)

EEG Neurofeedback Eğitiminin Spor Performansı Üzerindeki Etkisi

EEG Neurofeedback Eğitiminin Spor Performansı Üzerindeki Etkisi: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz

Bu sistematik derleme ve meta-analizin amacı, EEG tabanlı nörogeri bildirim (NFT) uygulamalarının spor performansına etkilerini değerlendirmek ve CRED-nf kontrol listesi kullanarak metodolojik etkenleri analiz etmektir. Bulgular, NFT’nin spor performansı üzerinde orta düzeyde olumlu bir etkisi olduğunu ve metodolojik kalitesi yüksek çalışmaların daha güçlü etkiler gösterdiğini ortaya koymuştur. Katılımcıların uzmanlık seviyeleri anlamlılığa yakın bir düzenleyici faktör olarak öne çıkarken, NFT’nin spor görevine entegrasyonunun etkisi ise anlamlı bulunmamıştır.

Alt grup analizleri, CRED-nf listesine göre yüksek kaliteye sahip çalışmaların daha düşük kaliteli çalışmalara kıyasla daha güçlü etkiler gösterdiğini belirtmektedir. Eğitim seanslarının süresi ve sıklığı da önemli bir faktör olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca, diğer düzenleyici değişkenler (performans ölçütleri, hedef sayısı, kişiselleştirilmiş geri bildirim) anlamlı etkiler göstermemiştir. Katılımcılara verilen talimatların beyin fonksiyonlarına yönelik olması, eğitimde daha etkili bir zihinsel durum sağlama açısından önemli bulunmuştur.

Mevcut çalışmanın bazı sınırlılıkları vardır: örneklem boyutlarındaki çeşitlilik, farklı nörogeri bildirim protokolleri, kısa vadeli müdahalelere odaklanılması ve uzun vadeli etkilerin az incelenmiş olması. Ayrıca, bazı çalışmalar metodolojik olarak zayıf bulunmuştur (ör. rastgele atama eksikliği, körleme yapılmaması). Gelecekteki araştırmaların bu eksiklikleri gidermesi, nörogeri bildirim protokollerini teorik çerçevelerle uyumlu hale getirmesi ve uzun süreli etkileri incelemesi önerilmektedir. Sonuç olarak, nörogeri bildirimin spor performansını artırma potansiyeli olduğu görülmektedir. Yine de bu etkinin en iyi şekilde ortaya çıkması için yüksek kaliteli, standartlaştırılmış yöntemler gerekmektedir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Yu CL, Cheng MY, An X, Chueh TY, Wu JH, Wang KP, Hung TM. The Effect of EEG Neurofeedback Training on Sport Performance: A Systematic Review and Meta-Analysis. Scand J Med Sci Sports. 2025 May;35(5):e70055. doi: 10.1111/sms.70055. PMID: 40270441; PMCID: PMC12019780.)

Polikistik over sendromunda D vitamini takviyesinin glisemik kontrol ve lipid metabolizması üzerindeki etkisi

Polikistik over sendromunda D vitamini takviyesinin glisemik kontrol ve lipid metabolizması üzerindeki etkisi: randomize kontrollü çalışmaların sistematik bir incelemesi

Polikistik over sendromu (PCOS), kadınların metabolik ve üreme sağlığını etkileyen yaygın bir endokrin bozukluktur. Bu meta-analizde 13 randomize kontrollü çalışmaya (RCT) katılan 691 PCOS hastasında, D vitamini takviyesinin metabolik parametrelere etkisi değerlendirildi. Bulgular, D vitamini desteğinin açlık kan şekeri, insülin, trigliserit, total kolesterol, VLDL-kolesterol ve LDL-kolesterol düzeylerini anlamlı şekilde azalttığını; ancak HDL-kolesterol üzerinde belirgin bir etkisinin olmadığını ortaya koydu. Bu sonuçlar, D vitamini takviyesinin PCOS’lu kadınlarda insülin direncini iyileştirme ve lipid metabolizmasını düzenleme potansiyeline işaret etmektedir.

D vitamini, pankreatik β-hücre fonksiyonunu artırarak ve insülin duyarlılığını geliştirerek etki gösterir. Hücre içi kalsiyum dengesini düzenleyerek insülin sentezini ve salgılanmasını destekler. Ayrıca insülin sinyalleme yollarına etki eden genlerin ekspresyonunu düzenleyerek insülin duyarlılığını artırır. D vitamini eksikliği, bu mekanizmaların bozulmasına yol açabilir. D vitamini aynı zamanda anti-inflamatuvar özelliklere sahiptir; bu da PCOS’taki kronik düşük düzeyli inflamasyonun olumsuz etkilerini azaltabilir ve lipid metabolizmasını iyileştirebilir. HDL kolesterolde anlamlı bir değişiklik olmamasının, genetik, beslenme ve fiziksel aktivite gibi daha az etkilenebilir faktörlere bağlı olabileceği vurgulanmaktadır.

Çalışmanın sonuçları umut verici olsa da bazı sınırlamalar mevcuttur. Düşük örneklem sayısı, kısa müdahale süresi, farklı doz ve uygulama yöntemleri, değişken ölçüm teknikleri ile birlikte sonuçların genellenebilirliğini sınırlayabilir. Ayrıca, bazı etkiler istatistiksel olarak anlamlı olsa da klinik olarak anlamlı düzeyde olmayabilir. GRADE sistemi ile kanıt kalitesi değerlendirilmiş; bazı parametrelerde kanıt kalitesi düşük bulunmuştur. Gelecek çalışmalarda daha büyük örneklemlerle, daha uzun süreli ve standartlaştırılmış yöntemlerle yürütülen araştırmalara ihtiyaç vardır. Genel olarak, D vitamini takviyesinin PCOS’lu kadınların metabolik sağlığı üzerinde olumlu etkileri olabileceği sonucuna varılmıştır.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Yu M, Chen S, Liu X, Dong H, Wang DC. The impact of vitamin D supplementation on glycemic control and lipid metabolism in polycystic ovary syndrome: a systematic review of randomized controlled trials. BMC Endocr Disord. 2025 Apr 21;25(1):110. doi: 10.1186/s12902-025-01920-5. PMID: 40259331; PMCID: PMC12010551.)

Genom çapında ilişkilendirme çalışması (GWAS) meta-analizi, kalp yetmezliği ve alt tiplerinin etiyolojisine dair önemli içgörüler sunmaktadır

Genom çapında ilişkilendirme çalışması (GWAS) meta-analizi, kalp yetmezliği ve alt tiplerinin etiyolojisine dair önemli içgörüler sunmaktadır

Bu 1,9 milyon bireyi ve 150.000’den fazla kalp yetmezliği (KY) vakasını içeren genom çapında ilişkilendirme çalışması (GWAS), 37’si yeni olmak üzere KY ile ilişkili 66 farklı genetik bölgeyi (lokus) tanımlamıştır. Analiz, KY alt tiplerini ejeksiyon fraksiyonu ve etiyolojiye göre ayırmış; özellikle miyokard enfarktüsü ve kapak hastalığı gibi ikincil nedenlerin dışlandığı iskemik olmayan KY (ni-KY) vakalarına odaklanmıştır. Ejeksiyon fraksiyonu azalmış alt tip (ni-KYrEF) en yüksek kalıtılabilirliğe sahipken ve genişlemeli kardiyomiyopati (DCM) ile zenginleşmişken, ejeksiyon fraksiyonu korunmuş alt tip (ni-KYpEF) düşük kalıtılabilirlik göstermiş; ancak böbrek dokusu ile güçlü bağlantılar sergileyerek KYpEF’in heterojen, çok sistemli bir bozukluk olduğu fikrini desteklemiştir.

 

Çalışmanın bütüncül çerçevesi, genomik verileri dokuya özgü ve yolak düzeyindeki analizlerle birleştirerek muhtemel nedensel varyantları ve genleri belirlemiştir. Bunlardan bazıları, örneğin IGFBP7 ve ALDH2, terapötik açıdan önemli olabilir. Hücre büyümesi, fibrozis ve inflamasyonla ilişkili biyolojik yollar özellikle dikkat çekmiş; böbrek, damar sistemi ve metabolik dokular, özellikle KYpEF için, KY patogenezinde kritik roller üstlenmiştir. Mendelci rastgeleleme (MR) analizleri, geleneksel kardiyovasküler risk faktörleri hakkındaki mevcut varsayımları sorgulayarak, KY ile diyabet veya koroner arter hastalığı gibi durumlar arasındaki gözlemsel ilişkilerin doğrudan nedensellikten ziyade ortak üst düzey yollarla açıklanabileceğini öne sürmüştür.

 

Çalışma geniş kapsamına ve derinliğine rağmen bazı önemli sınırlamalara sahiptir. Avrupa dışı popülasyonların yetersiz temsili ve ventrikül boyutu ya da diyastolik fonksiyon gibi ayrıntılı kardiyak ölçümlerin sınırlı olması, alt tipe özgü analizlerin hassasiyetini azaltmıştır. Gelecekteki araştırma yönleri arasında tanımlanan genlerin işlevsel doğrulanması, farklı kohortlarda daha iyi fenotipik sınıflandırma ve cinsiyete dayalı genetik farklılıkları ortaya koymak için cinsiyet ayrımlı çalışmalar yer almaktadır. Genel olarak bu çalışma, KY’nin sistemik bir hastalık olduğu görüşünü güçlendirmekte ve önleme ile tedavi stratejilerinin geliştirilmesi açısından yeni içgörüler sunmaktadır. 

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Henry A, Mo X, Finan C, Chaffin MD, Speed D, Issa H, Denaxas S, Ware JS, Zheng SL, Malarstig A, Gratton J, Bond I, Roselli C, Miller D, Chopade S, Schmidt AF, Abner E, Adams L, Andersson C, Aragam KG, Ärnlöv J, Asselin G, Raja AA, Backman JD, Bartz TM, Biddinger KJ, Biggs ML, Bloom HL, Boersma E, Brandimarto J, Brown MR, Brunak S, Bruun MT, Buckbinder L, Bundgaard H, Carey DJ, Chasman DI, Chen X, Cook JP, Czuba T, de Denus S, Dehghan A, Delgado GE, Doney AS, Dörr M, Dowsett J, Dudley SC, Engström G, Erikstrup C, Esko T, Farber-Eger EH, Felix SB, Finer S, Ford I, Ghanbari M, Ghasemi S, Ghouse J, Giedraitis V, Giulianini F, Gottdiener JS, Gross S, Guðbjartsson DF, Gui H, Gutmann R, Hägg S, Haggerty CM, Hedman ÅK, Helgadottir A, Hemingway H, Hillege H, Hyde CL, Aagaard Jensen B, Jukema JW, Kardys I, Karra R, Kavousi M, Kizer JR, Kleber ME, Køber L, Koekemoer A, Kuchenbaecker K, Lai YP, Lanfear D, Langenberg C, Lin H, Lind L, Lindgren CM, Liu PP, London B, Lowery BD, Luan J, Lubitz SA, Magnusson P, Margulies KB, Marston NA, Martin H, März W, Melander O, Mordi IR, Morley MP, Morris AP, Morrison AC, Morton L, Nagle MW, Nelson CP, Niessner A, Niiranen T, Noordam R, Nowak C, O’Donoghue ML, Ostrowski SR, Owens AT, Palmer CNA, Paré G, Pedersen OB, Perola M, Pigeyre M, Psaty BM, Rice KM, Ridker PM, Romaine SPR, Rotter JI, Ruff CT, Sabatine MS, Sallah N, Salomaa V, Sattar N, Shalaby AA, Shekhar A, Smelser DT, Smith NL, Sørensen E, Srinivasan S, Stefansson K, Sveinbjörnsson G, Svensson P, Tammesoo ML, Tardif JC, Teder-Laving M, Teumer A, Thorgeirsson G, Thorsteinsdottir U, Torp-Pedersen C, Tragante V, Trompet S, Uitterlinden AG, Ullum H, van der Harst P, van Heel D, van Setten J, van Vugt M, Veluchamy A, Verschuuren M, Verweij N, Vissing CR, Völker U, Voors AA, Wallentin L, Wang Y, Weeke PE, Wiggins KL, Williams LK, Yang Y, Yu B, Zannad F, Zheng C; Genes & Health Research Team; Estonian Biobank Research Team; DBDS Genomic Consortium; Asselbergs FW, Cappola TP, Dubé MP, Dunn ME, Lang CC, Samani NJ, Shah S, Vasan RS, Smith JG, Holm H, Shah S, Ellinor PT, Hingorani AD, Wells Q, Lumbers RT; HERMES Consortium. Genome-wide association study meta-analysis provides insights into the etiology of heart failure and its subtypes. Nat Genet. 2025 Apr;57(4):815-828. doi: 10.1038/s41588-024-02064-3. Epub 2025 Mar 4. PMID: 40038546; PMCID: PMC11985341.)

Antipsikotiklerin neden olduğu sedatif yan etkilerin seyri: Akut dönem şizofrenide randomize, plasebo kontrollü klinik çalışmalardan elde edilen bireysel katılımcı verilerinin meta-analizi

Antipsikotiklerin neden olduğu sedatif yan etkilerin seyri: Akut dönem şizofrenide randomize, plasebo kontrollü klinik çalışmalardan elde edilen bireysel katılımcı verilerinin meta-analizi

Bu meta-analiz, antipsikotiklerin neden olduğu sedasyonun seyrini incelemek amacıyla şizofreni veya şizoaffektif bozukluğu olan 6.791 katılımcının yer aldığı 19 randomize, plasebo kontrollü klinik çalışmadan elde edilen bireysel katılımcı verilerini (IPD) kullanan türünün ilk örneğidir. Çalışma, sedasyonun genellikle hızlı başladığını, tedavinin ilk birkaç gününde zirve yaptığını ve vakaların yaklaşık %80’inin ilk iki hafta içinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Sedatif etkiler genellikle hızla çözülmüştür: vakaların yaklaşık yarısı bir hafta içinde, %75’i ise bir ay içinde sona ermiştir; bu da antipsikotik kullanımında sedatif etkilere karşı toleransın hızla geliştiğini göstermektedir. İncelenen ilaçlar arasında en yüksek sedasyon riski ketiapinde görülürken, en düşük risk oral paliperidonda gözlenmiştir. Bu bulgular önceki araştırmalarla uyumludur ancak bu çalışma, zaman içinde sedasyon riskinin nasıl değiştiğini göstererek ek bir boyut kazandırmaktadır.

 

Çalışma, bu sedasyon desenlerinin arkasındaki biyolojik mekanizmaları da incelemiştir. Antipsikotiklerle gözlenen hızlı başlangıçlı ve kısa süreli sedasyonun merkezinde histamin H1 reseptörü blokajı yer almaktadır. Düşük H1 reseptör afinitesi olan haloperidol, uzun etkili enjeksiyon (LAI) formu dışında minimal sedasyon göstermiştir; bu gecikmeli sedasyon, muhtemelen adrenerjik α1 reseptör aktivitesi gibi farklı bir mekanizmayı yansıtıyor olabilir. LAI risperidon gibi formlarda sedasyon daha geç başlamış ve daha uzun sürmüştür; bu, ilacın kümülatif etkileri ve α1 reseptör bağlanmasıyla açıklanabilir. Bulgular, sedasyonun birden fazla reseptörden kaynaklandığını ve her ilacın spesifik reseptör profiline bağlı olarak sedasyonun zamanlamasını ve süresini etkilediğini göstermektedir. Ayrıca, hastaların geçmiş antipsikotik maruziyeti ve eşzamanlı sedatif ilaç kullanımı gibi faktörler de bireysel riski etkileyebilir.

 

Güçlü yönlerine rağmen çalışmanın bazı sınırlamaları da vardır. Bazı modellerde istatistiksel varsayımların ihlali, haloperidol gibi bazı ilaçlara ilişkin verilerin yetersizliği ve aripiprazol ile klozapin gibi yaygın kullanılan ilaçların dahil edilmemiş olması analiz kapsamını sınırlandırmaktadır. Sedatif yardımcı ilaçların çeşitliliği ve birçok çalışmada sabit doz kullanılması da sonuçların genellenebilirliğini azaltmaktadır. Ayrıca, verilerin yalnızca klinik çalışmalardan elde edilmesi, gerçek dünya etkilerinin farklı olabileceğini göstermektedir. Bununla birlikte, çalışma, tedavinin erken döneminde sedasyonun dikkatle izlenmesi gerektiğini vurgulamakta ve bir aydan uzun süren sedasyon durumlarında başka etkenlerin araştırılması gerektiğini önermektedir. Elde edilen bulgular, klinik uygulamalara değerli katkılar sunmakta ve sedasyon nedeniyle tedavi bırakma riskini azaltmaya yardımcı olabilir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Nomura N, Siafis S, Schneider-Thoma J, Brandt L, Park J, Efthimiou O, Priller J, Davis JM, Takeuchi H, Leucht S. The trajectory of sedative adverse events caused by antipsychotics: a meta-analysis of individual participant data from randomised, placebo-controlled, clinical trials in acute phase schizophrenia. Lancet Psychiatry. 2025 Apr;12(4):266-275. doi: 10.1016/S2215-0366(25)00025-2. PMID: 40113354.)

Çocuklarda ve Ergenlerde Üst ve Alt Ekstremite Kas Gücünde Cinsiyete Bağlı Farklılıklar

Çocuklarda ve Ergenlerde Üst ve Alt Ekstremite Kas Gücünde Cinsiyete Bağlı Farklılıklar: Bir Meta-Analiz

Bu meta-analiz, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde erkeklerin ortalama olarak kızlardan fiziksel olarak daha güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Kas kuvvetindeki cinsiyet farkı, erkeklerde ergenliğin başlamasıyla birlikte belirgin şekilde artmaktadır. Ergenlik öncesi yıllarda (5–10 yaş arası), erkek çocuklar hem üst hem de alt ekstremite kaslarında biraz daha yüksek kuvvet sergilemektedir, ancak bu fark üst ekstremitelerde daha belirgindir. Yaklaşık 14 yaş civarında bu fark önemli ölçüde açılmakta; ergenliğin sonlarına doğru erkekler, kızlardan yaklaşık %50 daha fazla üst ekstremite ve %30 daha fazla alt ekstremite kuvveti göstermektedir. Bu farklılıklar yetişkinlikte de devam eder; kadınlar genellikle erkeklerin üst ekstremite kuvvetinin %50–60’ına, alt ekstremite kuvvetinin ise %60–70’ine sahiptir.

 

Gözlemlenen kuvvet farkları büyük ölçüde çevresel değil, biyolojik faktörlere dayandırılmaktadır. Bu farklara katkıda bulunan başlıca unsurlar arasında boy, kilo, vücut kompozisyonu ve hormon seviyeleri yer almaktadır. Erkekler genellikle daha yüksek yağsız vücut kütlesine ve daha düşük yağ oranına sahiptir; her iki özellik de daha yüksek kas kuvvetiyle güçlü bir şekilde ilişkilidir. Testosteron özellikle ergenlik sırasında ve sonrasında erkeklerde kas kütlesinin artmasında kritik bir rol oynar. Bazı çalışmalar, 12 yaş altı çocuklarda kas kütlesi veya büyüklüğü açısından anlamlı bir cinsiyet farkı bulunmadığını bildirirken, diğer araştırmalar kasın enine kesit alanı kontrol edildiğinde kuvvet farklarının ortadan kalktığını göstermektedir. Bu da kas büyüklüğünün önemini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, ergenlik öncesi dönemde cinsiyetler arası kuvvet farklarının kesin nedenleri hâlâ net değildir.

 

Bu farkların çoğunlukla çevresel etkilere bağlı olduğu iddialarının aksine, kanıtlar sporla eşit şekilde ilgilenen erkek ve kız çocukları arasında da erkeklerin daha güçlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca, bu farkların farklı kültürler ve on yıllar boyunca tutarlılık göstermesi, biyolojik bir temeli desteklemektedir. Bazı evrimsel teoriler, erkeklerde daha yüksek üst ekstremite kuvvetinin, fırlatma ya da dövüş gibi davranışlara uyum sağlayan evrimsel bir özellik olduğunu öne sürmektedir. Bu bulgular, çocukluk ve ergenlik dönemindeki sportif gelişim açısından biyolojik cinsiyetin, kuvvet kapasitesinin değerlendirilmesinde veya performans beklentilerinin belirlenmesinde dikkate alınması gerektiğini göstermektedir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Nuzzo JL, Pinto MD. Sex Differences in Upper- and Lower-Limb Muscle Strength in Children and Adolescents: A Meta-Analysis. Eur J Sport Sci. 2025 May;25(5):e12282. doi: 10.1002/ejsc.12282. PMID: 40186614; PMCID: PMC11971925.)

Tip 1 diyabetli bireyler ve onların bakım verenlerinde otomatik insülin verme sisteminin diyabet stresine etkisi

Tip 1 diyabetli bireyler ve onların bakım verenlerinde otomatik insülin verme sisteminin diyabet stresine etkisi: Sistematik derleme ve meta-analiz

Bu sistematik inceleme ve meta-analiz, otomatik insülin teslim (AİD) sistemlerinin, tip 1 diyabetli bireylerde ve onların bakıcılarında diyabet stresini (DD) üzerindeki etkisini araştırdı. Ana bulgu, AİD’lerin, tip 1 diyabetli yetişkinlerde DD’yi önemli ölçüde azalttığını, ancak pediatrik popülasyonda önemli bir etki gözlemlenmediğini ortaya koymuştur. Çalışma, ayrıca bakıcılar, özellikle ebeveynler için AİD kullanımının DD düzeylerini azaltmada orta derecede fayda sağladığını göstermiştir. Bu sonuçlar, AİD’lerin tip 1 diyabetin yönetiminde, özellikle yetişkin hastalar ve onların bakıcıları için olumlu psikolojik etkilerini vurgulamaktadır.

 

Bu bulgular önceki literatürle karşılaştırıldığında, çalışmanın DD’yi azaltmada AİD sistemlerinin küçük ila orta derecede fayda sağladığını belirten önceki incelemelerle tutarlı olduğu görülmüştür. Ancak, önceki meta-analizler, yetişkinler, çocuklar ve bakıcılar gibi çeşitli grupları birleştirerek her bir popülasyon için spesifik sonuçlar çıkarmayı zorlaştırmıştır. Mevcut çalışma, özellikle yetişkinler ve bakıcılar için daha fazla çalışma dahil ederek, AİD’lerin faydalarına dair kanıtları güçlendirmiştir. Bununla birlikte, çocuklar ve ergenler için elde edilen sonuçlar daha belirsizdir, çünkü bu gruplarda DD’de önemli bir azalma bulunmamıştır.

 

Çalışma, çocuklar ve ergenlerdeki etki eksikliğinin potansiyel nedenlerini de incelemiş ve yaşa bağlı direnç, ebeveynlerin stres yönetimindeki rolü ve yetişkinler ile daha genç popülasyonlar arasındaki stresör farklarının sonuçları açıklayabileceğini öne sürmüştür. Ebeveynler, özellikle çocuklarının diyabetini yönetmeye dahil oldukları için DD’de daha büyük azalmalar bildirmiştir. Kısa takip süreleri ve tutarsız ölçüm araçları gibi sınırlamalara rağmen, çalışmanın kapsamlı metodolojisi ve büyük örneklem büyüklüğü, AİD sistemlerinin diyabetle ilişkili stresi azaltmadaki etkinliğine dair değerli bilgiler sunmaktadır. Gelecek araştırmalar, DD için yaşa uygun ölçüm ölçeklerinin geliştirilmesine, uzun vadeli etkileri değerlendiren longitudinal çalışmalara ve tamamen otomatik sistemlerin avantajlarının keşfedilmesine odaklanmalıdır.



Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Canha D, McMahon V, Schmitz S, De Beaufort C, Alzaid F, Reznik Y, Riveline JP, Fagherazzi G, Aguayo GA. The effect of automated insulin delivery system use on diabetes distress in people with type 1 diabetes and their caregivers: A systematic review and meta-analysis. Diabet Med. 2025 Apr;42(4):e15503. doi: 10.1111/dme.15503. Epub 2024 Dec 26. PMID: 39726162; PMCID: PMC11929561.)