1 Nisan 2025/"Koi"

TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER

Probiyotik Desteğinin Depresif Belirtiler Üzerindeki Rolü ve Mekanizmaları

Probiyotik Desteğinin Depresif Belirtiler Üzerindeki Rolü ve Mekanizmaları: Anlatısal Bir İnceleme

Bu anlatımlı derleme, probiyotik takviyesinin depresif semptomlarla ilişkisini, özellikle mikrobiyota-bağırsak-beyin ekseni (MGBA) bağlamında incelemektedir. Küresel ölçekte büyük bir sağlık sorunu olan depresyonun bağırsak mikrobiyotası tarafından etkilenebileceği ve probiyotiklerin özellikle hafif depresyon yaşayan bireylerde semptomları hafifletme potansiyeline sahip olduğu belirtilmektedir. Derleme, Bifidobacterium ve Lactobacillus gibi probiyotik suşlarının bağırsak mikrobiyotasını modüle edebildiğini ve bu yolla inflamasyonu azaltarak ve çeşitli biyolojik yollar aracılığıyla ruh halini iyileştirerek olumlu etkiler gösterebileceğini vurgulamaktadır.

Çalışmada, probiyotiklerin depresyonu nasıl etkileyebileceğine dair birkaç mekanizma ele alınmaktadır: inflamasyonun düzenlenmesi, kısa zincirli yağ asitlerinin (SCFA) üretimi, nöronal aktivasyon ve nörotransmitter modülasyonu. Kronik inflamasyon ve bağırsak mikrobiyotasındaki dengesizlik (disbiyozis), depresif semptomların gelişimi ve devam etmesiyle ilişkilidir. Probiyotiklerin, proinflamatuar sitokinleri azaltarak ve bağırsak bariyer bütünlüğünü güçlendirerek bu süreçleri olumlu yönde etkileyebileceği öne sürülmektedir. Ayrıca, bağırsak bakterileri tarafından üretilen kısa zincirli yağ asitleri, nörotransmitter sentezini etkileyerek ruh hali düzenlenmesine katkıda bulunabilir.

Bu bulgular, probiyotiklerin özellikle yüksek risk gruplarında şiddetli depresif bozuklukları önleyici bir strateji olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Ancak derleme, bu alanda daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır. Mevcut kanıtların büyük ölçüde preklinik çalışmalar ve sınırlı sayıda klinik çalışmalara dayandığı belirtilmekte, probiyotiklerin zihinsel sağlık üzerindeki etkilerini tam olarak anlamak ve depresyon tedavisindeki etkinliklerini kesin olarak belirlemek için daha geniş çaplı insan çalışmalarının gerekli olduğu ifade edilmektedir.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Dacaya P, Sarapis K, Moschonis G. The Role and Mechanisms of Probiotic Supplementation on Depressive Symptoms: A Narrative Review. Curr Nutr Rep. 2025 Mar 28;14(1):53. doi: 10.1007/s13668-025-00644-1. PMID: 40153103; PMCID: PMC11953144.)

Alzheimer Hastalığında Tanısal Belirteçlerin Ve Komorbiditelerin Zamansal Modellerinin Çözülmesi

Alzheimer Hastalığında Tanısal Belirteçlerin Ve Komorbiditelerin Zamansal Modellerinin Çözülmesi: Büyük Ölçekli Verilerden Elde Edilen Bilgiler

Bu makale, Alzheimer hastalığında (AD) tanısal belirteçlerin ve komorbiditelerin zamansal paternlerini incelemektedir. Çalışma, Medical Information Mart for Intensive Care-IV (MIMIC-IV) veri tabanından elde edilen geniş kapsamlı elektronik sağlık kayıtlarını kullanarak 2.527 AD hastasının verilerini analiz etmiştir. Araştırmada 12 yaygın kardiyovasküler ve metabolik komorbidite belirlenmiştir. Sonuçlara göre, hipertansiyon en sık görülen komorbidite olup, AD tanısından ortalama 1,09 yıl önce teşhis edilmiştir. Depresyon ise AD teşhisinden sonra ortaya çıkan tek komorbidite olarak tespit edilmiş ve ortalama 0,16 yıl sonra teşhis edilmiştir. Bu bulgular, bu tür komorbiditelerin erken tespit ve yönetiminin AD ilerlemesini potansiyel olarak geciktirebileceğini vurgulamaktadır.

Çalışmada geniş ölçekli bir veri seti kullanılmış ve elde edilen bulgular Ulusal Alzheimer Koordinasyon Merkezi (NACC) verileriyle karşılaştırılarak doğrulanmıştır. İki veri seti arasında komorbidite yaygınlığı açısından belirgin farklılıklar olduğu görülmüş, özellikle hipertansiyon ve hiperlipidemi gibi durumların AD’nin erken belirteçleri olabileceği öne sürülmüştür. Araştırma, orta yaş döneminde kardiyovasküler ve metabolik hastalıklar için hedefe yönelik müdahalelerin, AD gelişme riskini azaltmada kritik bir rol oynayabileceğini vurgulamaktadır.

Genel olarak, bu bulgular AD araştırmalarında yeni bir yaklaşım gerekliliğine işaret etmektedir. Çalışma, komorbiditelerin uzun vadeli değerlendirilmesine ve AD ile ilişkilerinin daha ayrıntılı incelenmesine yönelik bir paradigma değişikliği önermektedir. Gelecekteki araştırmaların farklı popülasyonları içermesi ve tanı kriterlerini iyileştirmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Komorbiditelerin AD tanısıyla ilişkili zamanlamasını belgeleyen bu araştırma, sağlık hizmetleri stratejilerine önemli bilgiler sunarak hasta sonuçlarını iyileştirmeye yönelik katkıda bulunabilir.



Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Rogers B. Unraveling temporal patterns of diagnostic markers and comorbidities in Alzheimer’s disease: Insights from large-scale data. Alzheimers Dement. 2025 Mar;21(3):e14564. doi: 10.1002/alz.14564. PMID: 40156243; PMCID: PMC11953563.)

Tasarlanmış Hücre Dışı Veziküller Kullanılarak Bağışıklık Modülatörlerinin Tümör İnfiltre Eden Lenfositlere Doğrudan İletimi

Tasarlanmış Hücre Dışı Veziküller Kullanılarak Bağışıklık Modülatörlerinin Tümör İnfiltre Eden Lenfositlere Doğrudan İletimi

Bu araştırma makalesi, dış veziküllerin (EV’ler) mühendislik yoluyla tümör içi lenfositlere immün modülatörler taşıyacak şekilde tasarlanmasını ve bu sayede kanser immünoterapisinin güçlendirilmesini ele almaktadır. Çalışmada, peptit-major histokompatibilite kompleksi (pMHC) sınıf I, kostimülatör moleküller ve interlökin-2 (IL-2) içeren antijen sunan EV’ler (AP-EV’ler) geliştirilmiştir. Bu modifikasyonlar, antijen-spesifik CD8+ T hücrelerini seçici olarak hedefleyip aktive ederek in vivo çoğalmalarını teşvik ederken yan etkileri en aza indirmiştir. Araştırma, AP-EV’lerin ‘soğuk’ bir tümör mikroçevresini ‘sıcak’ bir hale dönüştürebildiğini, yani aktif CD8+ T hücrelerinin sayısını artırırken tükenmiş T hücre popülasyonlarını azalttığını göstermektedir.

Araştırmacılar, tasarlanan AP-EV’lerin T hücre yanıtlarını nasıl uyardığını değerlendirmek için bir dizi deney gerçekleştirmiştir. In vitro testler, AP-EV’lerin naif CD8+ T hücrelerini doğrudan aktive edebildiğini ve bunların sitotoksik T lenfositlerine farklılaşarak çoğaldığını ortaya koymuştur. In vivo çalışmalar ise AP-EV’lerin antijen-spesifik T hücrelerini seçici olarak genişlettiğini ve antitümör aktivitesini artırdığını doğrulamıştır. Özellikle anti-PD-1 tedavisi ile birlikte uygulandığında AP-EV’ler belirgin tümör karşıtı etkiler göstermiş, hatta fare modelinde tümör reddine yol açmıştır.

Genel olarak, bu çalışma, mühendislik ürünü EV’ler kullanarak T hücrelerine doğrudan çoklu immün sinyaller iletme temelli yeni bir kanser immünoterapi yaklaşımı sunmaktadır. Bulgular, AP-EV’lerin, tümörlere karşı T hücre yanıtlarının özgüllüğünü ve etkinliğini artırabilecek potansiyel bir strateji olduğunu göstermektedir. Bu yöntemin, kişiye özel kanser tedavilerinde gelecekte klinik uygulamalara zemin hazırlayabileceği belirtilmektedir. Ancak yazarlar, AP-EV’lerin tasarımının daha da optimize edilmesi ve klinik ortamda güvenlik ve etkinliğinin değerlendirilmesi için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu da vurgulamaktadır.



Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Lyu X, Yamano T, Nagamori K, Imai S, Van Le T, Bolidong D, Ueda M, Warashina S, Mukai H, Hayashi S, Matoba K, Nishino T, Hanayama R. Direct delivery of immune modulators to tumour-infiltrating lymphocytes using engineered extracellular vesicles. J Extracell Vesicles. 2025 Apr;14(4):e70035. doi: 10.1002/jev2.70035. PMID: 40154979; PMCID: PMC11952836.)

Rosacea'da Probiyotikler ve Diyet

Rosacea’da Probiyotikler ve Diyet: Güncel Kanıtlar ve Gelecek Perspektifleri

Rosacea Patogenezi ve Bağırsak-Cilt Ekseni

Rosacea, yüzde eritem, papüller ve püstüllerle karakterize edilen kronik inflamatuar bir deri hastalığıdır. Patogenezinde doğuştan gelen bağışıklık sistemi disregülasyonu (TLR2 aktivasyonu, katelisidin fazlalığı), nörovasküler disfonksiyon (TRPV1 aracılı kızarma) ve mikrobiyal faktörler (Demodex folliculorum, bağırsak disbiyozisi) rol oynar. Bağırsak-cilt ekseni, rosacea hastalarında Helicobacter pylori enfeksiyonu ve SIBO gibi gastrointestinal hastalıkların daha sık görülmesiyle ilişkilidir. Alkol, baharatlı yiyecekler ve histamin içeriği yüksek besinler semptomları kötüleştirirken, süt ürünleri ve lifli gıdalar bağırsak mikrobiyotasını destekleyerek inflamasyonu azaltabilir.

Rosacea Yönetiminde Diyet ve Mikrobiyota

Diyet, hem tetikleyici hem de terapötik bir rol oynar. Alkol (özellikle beyaz şarap) ve baharatlı yiyecekler semptomları şiddetlendirirken, çinko, omega-3 ve A vitamini anti-inflamatuvar etki gösterebilir. Probiyotikler (Lactobacillus, Bifidobacterium) ve prebiyotikler, bağırsak mikrobiyotasını düzenleyerek inflamasyonu azaltabilir ve cilt bariyer fonksiyonunu iyileştirebilir. Klinik çalışmalar, probiyotiklerin eritemi ve Demodex yoğunluğunu azaltabileceğini düşündürse de kanıtlar sınırlıdır.

Klinik Öneriler ve Gelecek Araştırmalar

Rosacea ile IBD, çölyak hastalığı gibi gastrointestinal hastalıklar arasındaki ilişki, bütüncül tedavi yaklaşımlarını gerekli kılmaktadır. Probiyotikler ve diyet değişiklikleri, konvansiyonel tedavilere ek olarak düşünülebilir. Ancak, mevcut çalışmaların küçük ölçekli olması ve probiyotik suşlarının farklılığı, klinik uygulamaları sınırlamaktadır. Gelecekteki araştırmaların, probiyotiklerin etkinliğini netleştirmesi ve hastalar için bireyselleştirilmiş diyet protokolleri oluşturması gerekmektedir.



Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Manfredini M, Barbieri M, Milandri M, Longo C. Probiotics and Diet in Rosacea: Current Evidence and Future Perspectives. Biomolecules. 2025 Mar 13;15(3):411. doi: 10.3390/biom15030411. PMID: 40149947; PMCID: PMC11940470.)

Sosyal medyadan uzak durmanın duygusal iyi oluş ve yaşam memnuniyeti üzerindeki etkileri

Sosyal medyadan uzak durmanın duygusal iyi oluş ve yaşam memnuniyeti üzerindeki etkileri: Sistematik bir derleme ve meta-analiz

Sistematik derleme ve meta-analiz, sosyal medyadan uzak durmanın iyi oluşu iyileştirip iyileştirmediğini araştırarak yaşam memnuniyeti, pozitif duygu ve negatif duygu üzerine odaklandı. Bulgular, geçici sosyal medya uzaklaşmasının yaşam memnuniyeti üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığını gösterdi; bunun nedeni, kısa vadeli müdahalelerin daha geniş kapsamlı iyi oluş ölçümlerini etkilemek için yetersiz olması olabilir. Günlük memnuniyet gibi günlük iyi oluş göstergelerini inceleyen önceki çalışmalar da anlamlı bir etki bulamadı. Yazarlar, sosyal medyadan uzak durma ile günlük iyi oluş arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için gelecekteki araştırmaların uzunlamasına (longitudinal) tasarımlar kullanmasını önermektedir.  

 

Analiz ayrıca, sosyal medyadan uzak durmanın pozitif veya negatif duygu üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığını ortaya koydu. Bunun olası bir nedeni, başlangıçtaki negatif duygu seviyelerinin zaten düşük olması ve dolayısıyla daha fazla azalma potansiyelinin sınırlı olmasıdır. Ek olarak, sosyal medya uzaklaşmasının hem avantajları hem de dezavantajları—daha huzurlu hissetmek ile sıkılmak veya gelişmeleri kaçırma korkusu yaşamak gibi—birbirini dengeleyerek genel olarak bir etki yaratmamış olabilir. Uzaklaşma süresi ile iyi oluş sonuçları arasında da net bir ilişki bulunmadı; bunun nedeni, çoğu çalışmanın yalnızca yaklaşık yedi günlük kısa süreli sosyal medya molalarını test etmesi olabilir. Yazarlar, uzun süreli sosyal medya uzaklaşmalarının farklı etkiler yaratıp yaratmadığını belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır.  

 

Bu bulgulara rağmen, çalışma birkaç önemli sınırlamaya dikkat çekmektedir; bunlar arasında küçük örneklem büyüklükleri, demografik önyargılar (çoğunlukla Batılı ve öğrenci popülasyonları) ve sosyal medyanın tutarsız tanımları yer almaktadır. Katılımcıların körleme yöntemine tabi tutulmaması ve talep etkileri gibi faktörler de sonuçların güvenilirliğini sınırlamaktadır. Meta-analiz, sosyal medyadan uzak durmanın tek başına iyi oluşu artırmadığını öne sürse de, dijital dengenin önemini göz ardı etmemektedir. Gelecekteki araştırmalar, bireylerin giderek daha bağlantılı bir dünyada dijital medya ile sürdürülebilir ve sağlıklı bir ilişki geliştirmelerine yardımcı olmak için kontrollü sosyal medya kullanımı gibi alternatif bağlantıyı kesme stratejilerini keşfetmelidir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Lemahieu L, Vander Zwalmen Y, Mennes M, Koster EHW, Vanden Abeele MMP, Poels K. The effects of social media abstinence on affective well-being and life satisfaction: a systematic review and meta-analysis. Sci Rep. 2025 Mar 4;15(1):7581. doi: 10.1038/s41598-025-90984-3. PMID: 40038410; PMCID: PMC11880199.)

Somatosensory Eğitimi

Somatosensory Eğitimi: Metodolojik Değerlendirmeler ve Klinik İçgörülerle Bir Sistematik Derleme ve Meta-Analiz

Bu sistematik derleme ve meta-analiz, somatosensoryel eğitimin sağlıklı yetişkinlerde hem somatosensoryel performans hem de kortikal uyarılabilirlik üzerindeki etkilerini incelemiştir. Derleme, somatosensoryel eğitimin, verilerin yarısından fazlasında (yüzde 61,2) çeşitli somatosensoryel modlarda performansı iyileştirdiğini, ancak bu iyileşmenin yalnızca uyarılan bölgelerle sınırlı olduğunu bulmuştur. Ayrıca, eğitim, uyarılan bölgelerde erken somatosensoryel uyarılmış potansiyel (SEP) amplitüdlerini artırmış (yüzde 76,9), ancak uyarılmayan bölgelerde anlamlı bir etki göstermemiştir. Bununla birlikte, bu çalışmalarda risk kayması (RoB) değerlendirmesi, birçok çalışmada yüksek risk bulunduğunu (yüzde 25,0-47,4), bu durumun sonuçların güvenilirliğini etkilediğini ortaya koymuştur.

 

Meta-analiz, somatosensoryel eğitimin, uyarılan bölgelerde iki nokta ayırt etme (TPD) eşiğini iyileştirdiğini ve minimal bir yayın yanlılığı tespit edildiğini göstermiştir. Bununla birlikte, etki büyüklüğü çalışmalar arasında önemli ölçüde değişmiş ve alt grup analizleri, bu değişkenliğe katkıda bulunan faktörleri belirleyememiştir. Bu bulgular, somatosensoryel eğitimin dokunsal performansı artırabileceğini, ancak etkilerin farklı popülasyonlar veya deneysel koşullar arasında tutarsız olabileceğini öne sürmektedir.

 

Sonuç olarak, somatosensoryel eğitim, özellikle uyarılan bölgelerde hem somatosensoryel performansı hem de S1 uyarılabilirliğini artırıyor gibi görünmektedir. Ancak, birçok çalışmada bulunan yüksek RoB, sonuçların dikkatlice yorumlanmasını gerektirmektedir. Somatosensoryel eğitimin anlaşılmasını ve nörorehabilitasyondaki potansiyel uygulamalarını geliştirmek için, gelecekteki çalışmaların metodolojik sınırlamaları ele alması, randomize kontrollü denemeler, körleme stratejileri ve şeffaf raporlama gibi konuları içermesi gerekmektedir. Ayrıca, daha fazla araştırma, bu eğitimin inme hastalarında somatosensoryel bozukluklar üzerindeki etkinliğini incelemelidir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Sasaki R, Kojima S, Saito K, Onishi H. Somatosensory training: a systematic review and meta-analysis with methodological considerations and clinical insights. J Neuroeng Rehabil. 2025 Mar 3;22(1):43. doi: 10.1186/s12984-025-01579-y. PMID: 40033340; PMCID: PMC11874847.)

Fibromiyalji ve Acılı Benlik

Fibromiyalji ve Acılı Benlik: Dinlenme Durumu fMRI Verilerinin Meta-Analizi

Bu meta-analiz, fibromiyalji (FM) için yeni bir zihin-beden çerçevesini desteklemeyi amaçladı ve nörobiyolojik süreçlerin sendromun temel klinik özelliklerine nasıl katkıda bulunduğunu inceledi. Kendilik işleme, ağrı algısı ve modülasyonuyla ilgili sinir ağlarını analiz etmek için bir hiyerarşik kendilik modeli kullanıldı. Çalışma özellikle FM hastalarında dinlenme durumu fonksiyonel bağlantısını (RS-FC) inceledi ve ağrı, kendilik farkındalığı ve duygusal düzenleme ile ilişkili önemli beyin bölgelerini belirledi. Bulgular, FM hastalarının, içsel (interoseptif) ve dışsal (eksteroseptif) kendilik farkındalığı ile ilgili alanlar arasında, ağrı algısının artmış olması ve duygusal düzensizliğin açıklanmasına yardımcı olabilecek değişmiş bir RS-FC sergilediğini gösterdi.

 

Analiz üç ana bulgu ortaya koydu: Birincisi, FM hastaları, DMN (zihinsel kendilik) ile interosepsiyon ve eksterosepsiyonla ilgili bölgeler arasında artmış bir RS-FC gösterdi. İkincisi, kritik ağrı ile ilgili bölgeler, örneğin periakueduktal gri (PAG) ve somatosensör alanlar arasında azalmış bir RS-FC vardı. Üçüncüsü, DMN ile interoseptif kendilik bölgeleri arasındaki artmış RS-FC, bildirilen ağrı şiddetiyle pozitif bir şekilde ilişkiliydi. Bu bulgular, kendilik işleme ağlarındaki değişen bağlantıların, FM’deki kronik ağrı ve duygusal bozuklukların altında yatan neden olabileceğini öne sürüyor. Ayrıca, çalışma, artan RS-FC ile depresif semptomlar arasında bir bağlantıyı vurguladı ve FM’nin, dış dünyayı içsel bilişsel süreçlerle şekillendirilmiş farklı bir şekilde algılama gibi depresyonla benzer nörolojik mekanizmalara sahip olabileceğini öne sürdü.

 

Meta-analiz ayrıca yayın yanlılığı ve klinik kontrol gruplarının eksikliği gibi birkaç sınırlamayı tartıştı. Buna rağmen, bu çalışma, kendilik işleme üzerine kapsamlı bir çerçeve kullanarak, sinirsel RS-FC değişikliklerini FM ile nicel olarak ilişkilendiren ilk çalışmadır. Sonuçlar, klinik açıdan önemli çıkarımlar yapmaktadır ve kabul ve bağlılık terapisi (ACT) ve psikodinamik terapiler gibi, uyumsuz kendilik düzenlemesi ve duygusal işleme ile ilgili müdahalelerin FM tedavisinde etkili olabileceğini göstermektedir. Bu bulgular ayrıca, FM ve diğer ruh sağlığı bozuklukları arasındaki paylaşılan nörolojik mekanizmaların incelenmesi ve terapötik müdahalelerin bu sinirsel desenleri nasıl değiştirebileceğinin değerlendirilmesi için daha fazla araştırma yapılması çağrısında bulunmaktadır.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Cavicchioli M, Scalabrini A, Nimbi F, Torelli A, Bottiroli S, Pichiecchio A, Prodi E, Trentini C, Sarzi-Puttini P, Galli F. Fibromyalgia and the painful self: A meta-analysis of resting-state fMRI data. J Psychiatr Res. 2025 Mar;183:61-71. doi: 10.1016/j.jpsychires.2025.01.048. Epub 2025 Jan 30. PMID: 39938202.)

Akut solunum yolu enfeksiyonlarını önlemek için D vitamini takviyesi

Akut solunum yolu enfeksiyonlarını önlemek için D vitamini takviyesi: Katmanlı birleştirilmiş verilerin sistematik incelemesi ve meta-analizi

Bu güncellenmiş meta-analiz, D vitamini takviyesinin akut solunum yolu enfeksiyonlarının (ARİ’ler) önlenmesiyle ilişkisini yeniden incelemektedir. 2021 yılına ait 37 randomize kontrollü denemenin (RCT’ler) meta-analizinden hareketle yapılan bu çalışma, toplamda 64.086 katılımcıyı içeren 46 denemeden yeni veriler ekleyerek analiz yapmıştır. D vitamini takviyesinin ARİ riskine genel etkisinin önceki bulgularla benzer olduğu, odds oranının (OR) 0,94 olduğu bulunmuş, ancak bu etkisinin 95% güven aralığı artık 1,00’yi kapsadığı için istatistiksel olarak anlamlı bir koruyucu etki olmadığı belirtilmiştir. Alt grup analizleri, yaş, başlangıç D vitamini düzeyleri, dozaj rejimi veya sıklığına dayalı olarak D vitamini etkisinin herhangi bir değişikliğini ortaya koymamıştır.

 

Çalışma, araştırmalar arasındaki heterojenliğin (I2=26,4% önceki analizdeki %35,6’ya kıyasla) azaldığını ve bunun daha güvenilir sonuçlar sunduğunu vurgulamaktadır. Bazı deneme alt gruplarında—günlük dozaj veya 400-1000 IU/gün dozajındaki denemeler gibi—istatistiksel olarak anlamlı faydalar gözlemlense de, meta-regresyon analizi, etkinin tutarlı bir şekilde değiştirildiğine dair herhangi bir kanıt bulmamıştır. En son büyük deneme verilerinin dahil edilmesi, alt grup analizleri için daha güçlü bir istatistiksel güç sağlamış, ancak sonuçlar, önceki analizlerde bildirilen başlangıçtaki koruyucu etkilerin küçük çalışma yanlılıklarından etkilenmiş olabileceğini göstermektedir. Ayrıca, yayın yanlılığı gözlemlenmiş olup, bu da etki büyüklüklerinin abartılmasına yol açmış olabilir.

 

Çalışmanın güçlü yönleri arasında büyük örneklem büyüklüğü ve başlangıçtaki D vitamini durumu ve yaşa göre katmanlı verilerin dahil edilmesi yer almakla birlikte, ırk, etnik köken veya diğer vitaminlerle birlikte takviye alma gibi potansiyel etki modifikasyonlarına ilişkin verilerin eksikliği gibi sınırlamalar bulunmaktadır. Yazarlar, alt grup analizlerinde veri eksikliği yanlılığının potansiyel etkisini ve etki modifikasyonunu kesin olarak gösterme zorluğunu da kabul etmişlerdir. Sonuç olarak, meta-analiz, D vitamini takviyesinin ARİ önlenmesinde küçük bir etkisi olabileceğini öne sürse de, evrensel bir koruyucu önlem olarak etkinliğine dair güçlü bir kanıt bulunmadığını belirtmekte ve D vitamini takviyesinin faydalı olabileceği özel koşulları keşfetmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Jolliffe DA, Camargo CA Jr, Sluyter JD, Aglipay M, Aloia JF, Bergman P, Bischoff-Ferrari HA, Borzutzky A, Bubes VY, Damsgaard CT, Ducharme FM, Dubnov-Raz G, Esposito S, Ganmaa D, Gilham C, Ginde AA, Golan-Tripto I, Goodall EC, Grant CC, Griffiths CJ, Hibbs AM, Janssens W, Khadilkar AV, Laaksi I, Lee MT, Loeb M, Maguire JL, Majak P, Manaseki-Holland S, Manson JE, Mauger DT, Murdoch DR, Nakashima A, Neale RE, Pham H, Rake C, Rees JR, Rosendahl J, Scragg R, Shah D, Shimizu Y, Simpson-Yap S, Kumar GT, Urashima M, Martineau AR. Vitamin D supplementation to prevent acute respiratory infections: systematic review and meta-analysis of stratified aggregate data. Lancet Diabetes Endocrinol. 2025 Apr;13(4):307-320. doi: 10.1016/S2213-8587(24)00348-6. Epub 2025 Feb 21. PMID: 39993397.)

Yüz Cerrahisi Sonrası Yara İzlerinin Yönetimi için Botulinum Toksin Tip A'nın Etkinliği ve Güvenliğinin Bir Meta-Analizi

Yüz Cerrahisi Sonrası Yara İzlerinin Yönetimi için Botulinum Toksin Tip A’nın Etkinliği ve Güvenliğinin Bir Meta-Analizi

Makalede, yara iyileşme süreci üç ana aşamada ele alınmaktadır: inflamatuar, proliferatif ve yeniden şekillendirme aşamaları. İlk olarak, inflamatuar aşamada vücut, kan damarlarının genişlemesiyle birlikte bağışıklık hücrelerini hasarlı bölgeye yönlendirerek enfeksiyonu önler ve iyileşme sürecini başlatır. Sonrasında, proliferatif aşamada yeni kan damarları oluşur, fibroblastlar hasarlı bölgeye göç eder ve kolajen üreterek bağ dokusunu oluşturur. Son olarak yeniden şekillendirme aşamasında, yeni oluşan doku güçlenir ve yapısal olarak düzenlenir. Bu süreçlerin hızı ve kalitesi, bireyin genel sağlık durumu, beslenme, yaş ve çevresel faktörler gibi birçok değişkenden etkilenir.

Makale, yara izlerinin özellikle görünür bölgelerde psikolojik etkilerine dikkat çekmekte ve etkili bir tedavi yöntemi bulunmasının önemini vurgulanmaktadır. Son yıllarda botulinum toksininin (BTA) yara izi önleme ve tedavisindeki mekanizmaları üzerine yapılan çalışmalar artmıştır. BTA’nın inflamasyonu azaltarak ve kas tonusunu düşürerek yara izi oluşumunu engellediği belirtilmektedir. Özellikle BTA’nın M1 makrofajlarının inflamatuar etkilerini baskılaması ve belirli sinyal yollarını bloke ederek yara iyileşmesini desteklediği ifade edilmektedir. Ayrıca, kas gerginliğini azaltarak yara dokusunun aşırı gerilmesini önleyip yara izlerinin oluşumunu sınırladığı da vurgulanmaktadır.

Yapılan meta-analiz sonuçlarına göre BTA’nın ameliyat sonrası yara izi yönetiminde etkili ve güvenli olduğu belirtilmiştir. Çeşitli ölçekler kullanılarak yapılan analizlerde, deney grubundaki yara izlerinin kontrol grubuna göre daha küçük olduğu gösterilmiştir. Güvenlik açısından da ciddi yan etkilerin gözlenmediği ve hafif komplikasyonların kendiliğinden düzeldiği ifade edilmiştir. Farklı dozların etkisi gibi bazı değişkenlerin detaylı analiz edilmediği ve ileri klinik çalışmaların gerekliliği de vurgulanmıştır. Sonuç olarak, botulinum toksini ameliyat sonrası yara izi yönetimi için etkili ve güvenli bir yöntem olarak değerlendirilmektedir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Jiang A, Jiang R, Liu T. A Meta-Analysis of the Efficacy and Safety of Botulinum Toxin Type A for the Management of Scars After Facial Surgery. J Cosmet Dermatol. 2025 Mar;24(3):e70111. doi: 10.1111/jocd.70111. PMID: 40098230; PMCID: PMC11914370.)

Omurilik yaralanmasında metformin terapötik potansiyeli

Omurilik yaralanmasında metformin terapötik potansiyeli: lokomotor iyileşme, nöropatik ağrının hafifletilmesi ve ikincil yaralanma mekanizmalarının modülasyonu üzerine sistematik bir inceleme ve meta-analiz

Metforminin omurilik yaralanması (SCI) üzerindeki nöroprotektif etkileri bu çalışmada  incelemektedir. Toplam 1.567 hayvanın dahil edildiği 23 çalışma üzerinden yapılan analizlerde; metforminin motor iyileşmeyi artırdığı, mekanik allodini ve termal hiperaljeziyi azalttığı belirlenmiştir. Metforminin inflamasyonu ve oksidatif stresi baskıladığı, mikroglia aktivasyonunu ve astrogliyozu engellediği, miyelin oluşumunu teşvik ettiği ve apoptozu azalttığı da gözlemlenmiştir. Bu mekanizmalar sayesinde, metformin tedavisinin doku kaybını azalttığı ve nöronal hayatta kalmayı artırdığı sonucuna varılmıştır.

Metforminin ana etkilerinden biri AMPK sinyal yolunu aktive etmesidir. Bu yol hücresel enerji dengesi ve metabolik süreçlerin düzenlenmesinde kritik bir rol oynar. Çalışmalar, metforminin inflamatuar yanıtı baskılayarak TNF-α, IL-1β ve IL-6 gibi pro-inflamatuar sitokinlerin seviyelerini düşürdüğünü göstermektedir. Metformin oksidatif stresle mücadelede de etkilidir. Süperoksit dismutaz (SOD) seviyelerini artırırken malondialdehit (MDA) seviyelerini düşürerek antioksidan savunmayı güçlendirmektedir. Bunun yanı sıra, astrogliyozu azaltarak sinir rejenerasyonunu teşvik ettiği ve miyelin kılıflarının yeniden oluşumunu desteklediği gösterilmiştir. Apoptoz üzerinde de olumlu etkileri bulunan metformin, hasarlı bölgelerdeki programlanmış hücre ölümünü azaltarak sinir dokusunun korunmasına katkıda bulunmaktadır.

Sonuç olarak bu çalışma, metforminin SCI tedavisinde potansiyel bir terapötik ajan olarak kullanılabileceğini öne sürmektedir. Erken dönemde uygulandığında daha etkili olduğu belirlenen metforminin, nöroinflamasyonu azaltarak ve sinir hücrelerini koruyarak ağrıyı hafifletme özelliği de bulunmaktadır. Çalışmanın bazı sınırlamaları vardır; özellikle metforminin spesifik biyokimyasal yollar üzerindeki etkileri tam olarak belirlenememiştir ve çalışmalarda sadece sağlıklı hayvan modelleri kullanılmıştır. Bu nedenle SCI hastalarında metforminin etkinliğini daha iyi anlamak için daha fazla hayvan deneyi ve klinik araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Vazirizadeh-Mahabadi M, Azimi A, Yarahmadi M, Zarei H, Tahmasbi F, Zarrin A, Yousefifard M, Rahimi-Movaghar V. Metformin’s therapeutic potential in spinal cord injury: a systematic review and meta-analysis on locomotor recovery, neuropathic pain alleviation, and modulation of secondary injury mechanisms. Acta Neurochir (Wien). 2025 Mar 24;167(1):87. doi: 10.1007/s00701-025-06487-7. PMID: 40126598; PMCID: PMC11933159.)

Haftalık Bir Aylık Kısa Manyetik Alan Tedavisi, Kadın insan Serumunun Antikanser Potansiyelini Artırıyor

Haftalık Bir Aylık Kısa Manyetik Alan Tedavisi, Kadın insan Serumunun Antikanser Potansiyelini Artırıyor: Randomize Çift Kör Pilot Çalışma

Bu çalışma, kaslara yönelik darbeli elektromanyetik alan (PEMF) terapisinin meme kanseri hücreleri üzerindeki olası antikanser etkilerini incelemektedir. Dört hafta boyunca haftada iki kez yapılan PEMF uygulamasının ardından elde edilen kan serumu; meme kanseri hücrelerinin canlılığını, yayılmasını ve invazyon kapasitesini önemli ölçüde azaltmıştır. Özellikle son PEMF seansından bir ay sonra toplanan serumun en güçlü antikanser etkiyi gösterdiği tespit edilmiştir. Bununla birlikte, sağlıklı hücreler üzerinde olumsuz bir etkiye rastlanmamıştır. Bu bulgular, PEMF terapisinin sağlıklı dokulara zarar vermeden meme kanseri yönetiminde yardımcı bir yöntem olarak kullanılabileceğini göstermektedir.

PEMF uygulamasının, kasların salgıladığı biyolojik faktörleri değiştirdiği ve bu değişimin zamanla daha belirgin hale geldiği görülmüştür. Çalışmada, PEMF terapisinin kan dolaşımında anjiyogenez (damar oluşumu) ile ilişkili bazı faktörleri baskıladığı belirlenmiştir. Vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), anjiopoietin-2 ve diğer anjiyojenik faktörlerdeki düşüş, kanser hücrelerinin büyümesini ve yayılmasını engelleyebilecek potansiyel mekanizmalar arasında yer almaktadır. Ayrıca, PEMF terapisi sonrası kaslardan salgılanan bazı biyolojik belirteçlerin kanser karşıtı etkiler gösterebileceği düşünülmektedir. Özellikle kas kaynaklı sitokinler (miyokinler) olan apelin ve LIF’in seviyelerinin arttığı, buna karşılık tümör büyümesini destekleyen bazı faktörlerin azaldığı saptanmıştır.

Çalışmanın sınırlamaları arasında, sağlıklı bireylerden alınan serumun kullanılmış olması ve bunun gerçek kanser hastalarındaki biyolojik değişiklikleri tam olarak yansıtmayabileceği vurgulanmaktadır. Ayrıca, hormon seviyeleri ve cinsiyet farklılıklarının PEMF terapisine verilen yanıt üzerindeki etkileri daha ayrıntılı araştırılmalıdır. Gelecekte daha büyük hasta gruplarıyla yapılacak çalışmalar, bu terapinin kanser tedavisinde nasıl daha etkili kullanılabileceğini ortaya koyabilir. Sonuç olarak, PEMF terapisinin kas uyarlanması yoluyla dolaylı olarak kanser hücrelerine karşı etkili olabileceği görülmekte ve bu yöntemin destekleyici bir tedavi olarak kullanım potansiyeli bulunmaktadır.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Iversen JN, Tai YK, Yap JLY, Abdul Razar RBB, Sukumar VK, Wu KY, Ooi MG, Kukumberg M, Adam S, Rufaihah AJ, Franco-Obregón A. One Month of Brief Weekly Magnetic Field Therapy Enhances the Anticancer Potential of Female Human Sera: Randomized Double-Blind Pilot Study. Cells. 2025 Feb 23;14(5):331. doi: 10.3390/cells14050331. PMID: 40072060; PMCID: PMC11899448.)

Uyku kalitesi, uyku süresi ve Alzheimer hastalığı biyobelirteçleri arasındaki ilişkiler

Uyku kalitesi, uyku süresi ve Alzheimer hastalığı biyobelirteçleri arasındaki ilişkiler: Sistematik bir inceleme ve meta-analiz

30 araştırmadan elde edilen yaklaşık 15.000 katılımcının verilerini analiz ederek uyku kalitesi ve süresinin Alzheimer biyobelirteçleri üzerindeki etkisini inceleNdi. Bulgular, kötü uyku kalitesinin ve kısa uyku süresinin beta-amiloid (Aβ) seviyelerini artırdığını ancak tau proteini üzerinde belirgin bir etkisinin olmadığını göstermektedir. Bu durum Alzheimer hastalığını önlemede uykunun önemli bir değiştirilebilir risk faktörü olabileceğini ortaya koymaktadır.

Önceki çalışmalar, uyku bozukluklarının bilişsel işlevleri olumsuz etkileyebileceğini ve Alzheimer riskini artırabileceğini göstermiştir. Meta-analizimizde, bilişsel bozukluğu olmayan bireylerde uyku kalitesi ve süresinin Aβ seviyelerini etkilediği belirlenmiştir. Uyku, beyindeki metabolik atıkların temizlenmesini kolaylaştırarak Aβ seviyelerini düşürebilir fakat yetersiz uyku bu birikimi artırabilir.

Çalışma geniş bir veri setine dayanmasıyla güçlü olsa da, yalnızca kesitsel çalışmaların incelenmesi nedensellik ilişkisini belirlemeyi zorlaştırmaktadır. Sonuç olarak, uyku kalitesinin ve süresinin Alzheimer biyobelirteçleriyle bağlantılı olduğu görülmektedir. Uyku düzeninin hastalığın önlenmesinde önemli bir rol oynayabileceği vurgulanmaktadır.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Chen CL, Zhang MY, Wang ZL, Deng JH, Bao YP, Shi J, Lu L, Shi L. Associations among sleep quality, sleep duration, and Alzheimer’s disease biomarkers: A systematic review and meta-analysis. Alzheimers Dement. 2025 Mar;21(3):e70096. doi: 10.1002/alz.70096. PMID: 40145494; PMCID: PMC11947999.)