1 Şubat 2025/"Turkuaz"
TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Cilt Homeostazı ve Yaşlanmada Epigenetik
Cilt Homeostazı ve Yaşlanmada Epigenetik
Cilt homeostazisi ve yaşlanması, epigenetik mekanizmalar tarafından dinamik bir şekilde düzenlenmektedir. DNA metilasyonu, histon modifikasyonları ve mikroRNA’lar (miRNA’lar) gibi epigenetik değişiklikler, epidermal kök hücrelerin proliferasyonunu, farklılaşmasını ve doku yenilenmesini kontrol eder. DNMT1 enzimi, epidermal kök hücrelerin self-renewal kapasitesini sürdürürken, PRC1 ve PRC2 gibi protein kompleksleri belirli genlerin ekspresyonunu baskılayarak hücresel farklılaşmayı yönlendirir. Ayrıca, miR-203 gibi miRNA’lar epidermal hücre farklılaşmasını teşvik ederken, miR-148a ve miR-30a hücre döngüsünü ve apoptozu düzenler. Bu epigenetik düzenleyicilerin dengesindeki bozulmalar, cilt bariyer fonksiyonlarında zayıflamaya, inflamatuar yanıtların artmasına ve dermatolojik hastalıkların gelişimine yol açabilir.
Cilt yaşlanması sürecinde epigenetik değişiklikler belirgin hale gelmektedir. Yaşla birlikte DNMT1 ekspresyonunun azalması, fibroblast fonksiyonlarını olumsuz etkileyerek kolajen ve elastin sentezinde azalmaya neden olur. Bunun yanı sıra, yaşlanan keratinositlerde histon modifikasyonları (H3K9me3 ve H3K27me3) hücresel replikasyonu baskılar ve rejeneratif kapasitenin düşmesine yol açar. Ek olarak, miR-23a-3p gibi spesifik miRNA’lar hyaluronik asit sentezini inhibe ederek dermisin hidrasyonunu ve elastikiyetini azaltır. Bu epigenetik değişikliklerin anlaşılması, yaşlanmayı geciktirmeye yönelik epigenetik temelli terapötik yaklaşımların geliştirilmesi açısından önemli bir fırsat sunmaktadır. Özellikle, epigenetik modülatörlerin farmakolojik hedeflenmesiyle cilt yaşlanmasının geciktirilmesi ve rejeneratif tıp alanında yeni tedavi stratejilerinin geliştirilmesi mümkün olabilir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Primatlarda ve insanlarda kalp onarımı için tasarlanmış kalp kası allogreftleri
Primatlarda ve insanlarda kalp onarımı için tasarlanmış kalp kası allogreftleri
Bu çalışma, mühendislik ürünü kalp kası (EHM) allogreftlerinin, ileri derecede kalp yetmezliği olan hastalarda ve primat modellerinde miyokardiyal rejenerasyonu sağlama potansiyelini araştırmaktadır. İndüklenmiş pluripotent kök (iPS) hücrelerinden türetilen kardiyomiyositler ve stromal hücrelerden oluşturulan EHM’lerin, kronik kalp yetmezliği olan rhesus makaklarında uzun süreli (6 aya kadar) doku tutulumu sağladığı ve hedeflenen kalp duvarında kontraktiliteyi artırdığı gösterilmiştir. Çalışmada, histopatolojik analizler ve gadolinyum bazlı perfüzyon manyetik rezonans görüntüleme (MRI) yöntemleri kullanılarak EHM greftlerinin vaskülarizasyonunun ve fonksiyonel entegrasyonunun gerçekleştiği doğrulanmıştır. Ayrıca, immünosupresyon altında EHM greftlerinin hayatta kalma oranları optimize edilerek, farklı dozlarda (40-200 milyon hücre) implantasyonun etkinliği değerlendirilmiştir.
Klinik aşamada, BioVAT-HF-DZHK20 Faz 1/2 denemesi kapsamında ileri evre kalp yetmezliği hastalarında EHM implantasyonu gerçekleştirilmiş ve miyokardiyal remuskülarizasyon sağlandığı gösterilmiştir. Çalışmada, kardiyomiyositlerin uzun süreli tutulumu sağlanırken, aritmi veya tümör gelişimi gibi yan etkiler gözlenmemiştir. Ek olarak, immünosupresyonun kesilmesiyle allogreft reddinin tetiklenebileceği ancak bu sürecin kontrollü bir şekilde yönetilebileceği belirlenmiştir. Bu sonuçlar, doku mühendisliği ile miyokardiyal rejenerasyonun klinik uygulanabilirliğini desteklemekte olup, ileri evre kalp yetmezliği için potansiyel yeni bir tedavi yöntemi sunmaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Remisyona Giden Yollar: Tip 2 Enflamatuar Hastalıklarında Gelişen Tedavi Kavramları
Remisyona Giden Yollar: Tip 2 Enflamatuar Hastalıklarında Gelişen Tedavi Kavramları
Makale, astım, alerjik rinit, nazal polipli kronik rinosinüzit, atopik dermatit, gıda alerjileri ve eozinofilik özofajit gibi tip 2 inflamasyon ile karakterize edilen bulaşıcı olmayan hastalıkların (NCD) artan prevalansını ele almaktadır. Tedavi paradigmalarında önemli bir değişim yaşanmakta olup, yalnızca semptom kontrolüne odaklanmaktan çıkılarak, hastalığın şiddeti veya hasta yaşı gözetilmeksizin hastalık modifikasyonu ve remisyona ulaşma hedeflenmektedir. Bu konsept, başlangıçta romatoid artritte tanımlanmış olup, günümüzde tip 2 inflamatuvar hastalıklarda, özellikle de patofizyolojisinin daha iyi anlaşılması ve hedefe yönelik tedavilerin geliştirilmesi sayesinde en ileri düzeyde astımda araştırılmaktadır.
Makale, tip 2 inflamatuvar hastalıklarda remisyon kavramlarının evrimini tartışarak, her bir hastalık için standart bir remisyon tanımının gerekliliğini vurgulamaktadır. Remisyona ulaşmanın önündeki engellerin, özellikle geç başlanan tedaviler ve hasta komorbiditeleri gibi faktörlerin belirlenmesi ve ele alınmasının önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca, biyobelirteçlerin rolü ve bireyselleştirilmiş tedavi yaklaşımlarının, özellikle remisyona ulaşmanın zor olduğu ağır olgularda hasta sonuçlarını optimize etme potansiyeli ele alınmaktadır.
Gelecekteki araştırmaların, remisyon tanımlarının daha da netleştirilmesi, hastalık modifikasyonunun mekanizmalarının araştırılması ve remisyona ulaşan hastalar için etkili idame stratejilerinin belirlenmesine odaklanması gerekmektedir. Yazarlar, farklı tip 2 inflamatuvar hastalıklar için klinik remisyon kriterleri konusunda ortak bir görüş birliğine varılmasını ve biyolojik ajanlar ile diğer yeni tedavilerin etkinliği ve güvenliği üzerine daha fazla araştırma yapılmasının önemini vurgulamaktadır. Genel olarak, tip 2 inflamatuvar hastalıklarda remisyona ulaşma hedefi, sağlık profesyonelleri ve araştırmacılar için hem büyük fırsatlar hem de önemli zorluklar barındırmaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Myastenia Gravis için Yeni ve Gelişmekte Olan Biyolojik Tedaviler: Klinik Karar Verme Süreci için Odaklanmış Bir İnceleme
Myastenia Gravis için Yeni ve Gelişmekte Olan Biyolojik Tedaviler: Klinik Karar Verme Süreci için Odaklanmış Bir İnceleme
Bu makale, miyastenia gravis (MG) tedavisindeki yeni ve gelişmekte olan biyolojik terapileri incelemektedir. MG, nöromüsküler kavşakta postsinaptik yapılara karşı yönelmiş antikorlarla karakterize, egzersizle tetiklenen kas zayıflığına neden olan nadir bir otoimmün hastalıktır. Standart tedavi, asetilkolinesteraz inhibitörleri, steroidler, steroid koruyucu immünosupresanlar ve timiektomiyi içerir, ancak hastaların önemli bir kısmı bu tedavilerle tatmin edici bir klinik iyileşme sağlayamamaktadır. Son yıllarda, kompleman inhibitörleri ve neonatal Fc reseptör (FcRn) inhibitörleri gibi monoklonal antikorların onaylanmasıyla MG tedavisinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni terapiler, özellikle yüksek hastalık aktivitesi olan hastalarda erken dönemde kullanılarak minimal semptom durumuna ulaşma oranlarını artırmaktadır.
Makale, MG’nin tanı ve sınıflandırmasının yanı sıra standart tedavi seçeneklerini de gözden geçirmektedir. Yeni biyolojik terapiler arasında kompleman inhibitörleri (örneğin, ekulizumab, ravulizumab, zilukoplan) ve FcRn inhibitörleri (örneğin, efgartigimod, rozanolikizumab) öne çıkmaktadır. Bu terapiler, randomize kontrollü çalışmalarda etkinliklerini kanıtlamış ve gerçek dünya verileri de bu sonuçları desteklemektedir. Özellikle, ekulizumab ve efgartigimod gibi ilaçlar, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırmış ve steroid kullanımını azaltmıştır. Bununla birlikte, bu yeni terapilerin uzun dönem güvenlilik ve etkinlik verileri hala toplanmaktadır.
Sonuç olarak, MG tedavisinde yeni biyolojik terapilerin kullanımı, hastalık yönetiminde önemli bir dönüşüm sağlamıştır. Bu terapiler, özellikle tedaviye dirençli veya yüksek hastalık aktivitesi olan hastalarda umut vaat etmektedir. Ancak, hangi hastanın hangi terapiye daha iyi yanıt vereceğini belirleyecek biyobelirteçlerin bulunması ve bu terapilerin uzun dönem etkilerinin daha iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu alandaki gelecek çalışmalar, MG tedavisinde daha kişiselleştirilmiş ve etkili stratejilerin geliştirilmesine yardımcı olacaktır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Metastatik kastrasyona dirençli prostat kanserinde TMEFF2'ye karşı bispesifik T-hücresi yönlendiren bir antikor olan JNJ-70218902'nin ilk insan çalışması
Metastatik kastrasyona dirençli prostat kanserinde TMEFF2’ye karşı bispesifik T-hücresi yönlendiren bir antikor olan JNJ-70218902’nin ilk insan çalışması
Prostat kanseri için yeni bir T-hücre yönlendirici olan JNJ-902’nin güvenliği, farmakokinetiği ve etkinliğini araştırmak amacıyla bu çalışma gerçekleştirilmiştir. Çalışmada 6 mg doz seviyesinde iki katılımcıda nörolojik yan etkiler gözlemlendi ve bu durum bağışıklık hücresiyle ilişkili nörotoksisite sendromu (ICANS) ihtimalini gündeme getirmiştir. Katılımcıların yaşlı ve genellikle hipertansif olması nedeniyle, ortostatik hipotansiyon gibi yan etkilerin görülme riski arttı. Bu sebeple, doz artırımı sınırlı kalmış ve JNJ-902’nin yan etki profili tam olarak belirlenememiştir. 5 hastada (%15,2) kısmi tümör yanıtı görüldü ve bazı hastalarda yanıt süresi 9 ayı aştı. Buna rağmen, PSA seviyeleriyle açık bir doz-yanıt ilişkisi saptanamadı ve bu tedavinin daha ileri araştırılması planlanmadı.
Çalışmada nörolojik yan etkilerin erken tespit edilmesi için nörolojik muayeneler yapıldı. Katılımcıların yarısından fazlasında sinir sistemiyle ilişkili tedaviye bağlı advers olaylar (TEAE) gözlendi. İki katılımcıda (%2,4) tedaviyle ilişkili ciddi baş dönmesi ve senkop görüldü. Bu olayların kardiyovasküler bir nedeni olabileceği düşünülse de, JNJ-902 ile bağlantısını tam olarak belirlemek zor oldu. Ayrıca, sitokin salınım sendromu (CRS) beklendiği halde çalışma sırasında düşük dozlar nedeniyle nadiren gözlendi. Diğer CD3 yönlendirici ajanlar da prostat kanserinde benzer şekilde mütevazı yanıt oranları göstermiştir, bu da tümör mikroçevresinin immünoterapiye karşı dirençli olabileceğini düşündürmektedir.
Çalışmanın bazı kısıtlamaları bulunmaktadır; katılımcılar daha önce yoğun tedaviler almış ve kortikosteroid kullanmış olup, bu durum bağışıklık sistemini etkileyerek immünoterapiye yanıtı değiştirebilir. TMEFF2’nin prostat kanserinde terapötik bir hedef olarak değerlendirilmesi için biyolojik ve patolojik işlevleri daha iyi anlaşılmalıdır. Bu çalışmada TMEFF2’nin potansiyelini göstermiş olsa da, gelecekte daha kapsamlı araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Zihnin renkleri: travma sonrası stres bozukluğu müdahalesi için bir yaklaşım olarak yaratıcı sanat terapisinin bir meta-analizi
Zihnin renkleri: travma sonrası stres bozukluğu müdahalesi için bir yaklaşım olarak yaratıcı sanat terapisinin bir meta-analizi
Yaratıcı sanat terapilerinin travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) semptomlarını azaltmada etkili olduğunu göstermek amacıyla 665 katılımcıyı içeren bu çalışma yapılmıştır. Genel olarak olumlu sonuçlar sunsa da, geniş güven aralıkları ve yüksek heterojenlik (I² = 98%) nedeniyle etkilerin değişken olduğu belirlenmiştir. Tedavi süresi, yoğunluğu ve kültürel faktörler gibi değişkenler terapinin etkinliğini etkileyebilir. Alt grup analizleri, müzik terapisinin olumlu bir eğilim gösterdiğini ancak istatistiksel olarak anlamlı olmadığını, sanat terapisinin büyük bir etki boyutuna sahip olduğunu ve drama terapisinin en tutarlı ve etkili müdahale olarak öne çıktığını ortaya koymuştur. Ancak, dans terapisi üzerine yapılan çalışmaların sınırlı olması nedeniyle etkisi net olarak belirlenememiştir.
Yaratıcı sanat terapilerinin etkisini açıklamak için çift temsil teorisi gibi teorik çerçeveler önerilmektedir. Bu teoriye göre, sanat terapileri duyusal, sözlü ifade süreçlerini birleştirerek travmatik anıları daha bütünleşik ve az rahatsız edici hale getirebilir. Önceki sistematik incelemeler genellikle belirli terapi türlerine odaklanırken bu meta-analiz yaratıcı sanat terapilerini bütünsel bir yaklaşım olarak ele alarak daha kapsamlı bir değerlendirme sunmaktadır. Ancak, çalışmaların azlığı ve yöntemsel farklılıklar bulguların dikkatli yorumlanmasını gerektirmektedir.
Bu çalışma, yaratıcı sanat terapilerinin TSSB tedavisinde umut vaat ettiğini ancak daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Özellikle daha büyük hasta gruplarıyla yapılan çalışmalar, uzun takip süreleri ve standardize edilmiş yöntemler, terapinin etkinliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Sonuç olarak, sanat ve drama terapilerinin TSSB için faydalı olabileceği öne sürülse de, bu bulguların klinik uygulamada dikkatle değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Daha önce endokrin tedavide ilerlemiş HR + / HER2- lokal olarak ilerlemiş veya metastatik meme kanseri olan hastalarda Lerociclib plus fulvestrant: LEONARDA-1 faz III randomize bir çalışma
Daha önce endokrin tedavide ilerlemiş HR + / HER2- lokal olarak ilerlemiş veya metastatik meme kanseri olan hastalarda Lerociclib plus fulvestrant: LEONARDA-1 faz III randomize bir çalışma
LEONARDA-1 çalışması, HR+/HER2− metastatik meme kanseri hastalarında lerociclib’in etkinliğini değerlendiren ilk faz 3 çalışmasıdır. Fulvestrant ile kombinasyonu, hastalık progresyonu veya ölüm riskini %54,9 oranında azaltmıştır. Kötü prognozlu hastalarda da belirgin progresyonsuz sağkalım (PFS) avantajı sağlaması, geniş bir hasta grubunda etkili olabileceğini göstermektedir.
Lerociclib diğer CDK4/6 inhibitörleriyle benzer etkinlik gösterirken, hematolojik toksisitesi yönetilebilir düzeydedir ve gastrointestinal yan etkileri daha azdır. Kardiyak yan etkileri düşük olup, genel olarak tolere edilebilir bir güvenlik profiline sahiptir.
Çalışma yalnızca Çinli hastalar üzerinde yapılmış olup, farklı popülasyonlarda etkinlik ve uzun vadeli genel sağkalım değerlendirmesi gerekmektedir. Sonuçlar, lerociclib’in HR+/HER2− metastatik meme kanserinde potansiyel bir tedavi seçeneği olduğunu desteklemektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Avrupa’daki çocuklarda ultra işlenmiş gıda tüketiminin DNA metilasyonu ile epigenom çapında ilişki çalışmalarının meta-analizi
Avrupa’daki çocuklarda ultra işlenmiş gıda tüketiminin DNA metilasyonu ile epigenom çapında ilişki çalışmalarının meta-analizi
Çalışma, 5-11 yaş arasındaki çocuklarda ultra işlenmiş gıda (UPF) tüketimi ile DNA metilasyonu arasındaki ilişkiyi inceleyen ilk meta-EWAS çalışmasıdır. FDR eşiğini aşan anlamlı CpG bulunmasa da, UPF tüketimi ile ilişkili 7 potansiyel CpG tespit edilmiştir. Fonksiyonel analizler, özellikle tiroid ve karaciğer fonksiyonlarıyla ilgili yolların etkilendiğini göstermektedir.
UPF tüketimiyle ilişkili CpG’ler arasında, obezite ve insülin direnciyle bağlantılı ATF7 geni ile DNA hasarı onarımında rol oynayan NHEJ1 geni yer almaktadır. Ayrıca, UPF tüketiminin karaciğer hastalıklarıyla ilişkili olabileceğine dair bulgular elde edilmiştir. Ancak, çalışmanın kesitsel tasarımı nedenselliği belirlemeyi zorlaştırmaktadır.
Bu araştırma, Avrupa’daki 3000’den fazla çocuğu kapsayan ilk geniş ölçekli analiz olup, daha büyük örneklem grupları ve daha ayrıntılı diyet verileriyle gelecekteki çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Duchenne Musküler Distrofisi için AAV Gen Terapisi: EMBARK Faz 3 Randomize Çalışması
Duchenne Musküler Distrofisi için AAV Gen Terapisi: EMBARK Faz 3 Randomize Çalışması
EMBARK Faz 3 çalışması, Duchenne musküler distrofisi (DMD) için bir gen terapisi olan delandistrogene moxeparvovec’in etkinliğini ve güvenliğini, rAAVrh74 vektörünü kullanarak değerlendirdi. Çalışma, terapinin güvenlik profilinin önceki araştırmalarla tutarlı olduğunu doğruladı ve yönetilebilir advers olayların (AE’ler) esas olarak AAV vektörüne karşı gelişen bağışıklık tepkileriyle ilişkili olduğunu gösterdi. Bu vektör, kompleman sistem aktivasyonu ve inflamasyonu tetikleyebilen önceden var olan bağışıklık yanıtlarının daha düşük olasılıkla görülmesi nedeniyle seçildi. Yüksek düzeyde önceden var olan antikorlara sahip hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Ayrıca, hedef dışı etkileri sınırlamak için kas spesifik bir promotör kullanıldı. Geniş kapsamlı bir immünosüpresif tedavi yerine, bağışıklık tepkilerini yönetmek amacıyla infüzyon öncesi ve sonrasında kortikosteroidler uygulandı.
Güvenlik profili umut verici olmasına rağmen, çalışma 52. haftada birincil sonlanım noktasında plaseboya kıyasla istatistiksel olarak anlamlı bir iyileşme göstermedi. Bununla birlikte, özellikle ambulatuvar fonksiyonlarla ilgili bazı ikincil sonlanım noktalarında tedavi lehine sayısal avantajlar gözlendi. Bu yaş grubunda belirgin faydaların tespit edilmesindeki zorluk, 4-7 yaş aralığındaki çocukların motor gelişimlerinin farklı aşamalarında olmalarından kaynaklanmaktadır. Çalışmadaki tüm katılımcılarda standart olarak uygulanan günlük kortikosteroid tedavisi de fonksiyonel kazanımların değerlendirilmesini daha karmaşık hale getirdi. Yine de, delandistrogene moxeparvovec bazı hastalarda, özellikle yürüme yetisini kaybetme riski taşıyanlarda hastalık progresyonunu yavaşlatıyor gibi göründü.
Çalışma ayrıca, tedavi etkilerini kısa süre içinde değerlendirmek için zamandan ayağa kalkma süresi (TTR) ve adım hızı (SV95C) gibi objektif ve nicel ölçümlerin önemini vurguladı. Birincil sonlanım noktası istatistiksel anlamlılık göstermese de, global istatistiksel test terapinin fonksiyonel bir fayda sağladığını öne sürdü. Yeni bir güvenlik endişesi bildirilmedi ve yaşamı tehdit eden olaylar ya da çalışma bırakma vakaları görülmedi. Çalışmanın sınırlamaları arasında kısa plasebo süresi ve yaygın yan etkiler nedeniyle hastaların tedavi farkındalığı yer almaktaydı. Daha genç ve daha yaşlı hasta popülasyonlarında devam eden çalışmalar ile uzun vadeli veri toplanması, delandistrogene moxeparvovec’in etkinliğini ve hastalık progresyonunu değiştirme potansiyelini daha net ortaya koyacaktır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Koşu terapisi veya antidepresanlar, depresyon ve anksiyete bozukluğu olan hastalarda immünmetabolik depresyon tedavisi olarak: MOTAR çalışmasının ikincil analizi
Koşu terapisi veya antidepresanlar, depresyon ve anksiyete bozukluğu olan hastalarda immünmetabolik depresyon tedavisi olarak: MOTAR çalışmasının ikincil analizi
MOTAR çalışmasının bu ikincil analizinde, depresyon ve anksiyete bozukluğu olan hastalarda koşu terapisi ile antidepresan tedavisinin etkileri karşılaştırıldı, özellikle immünmetabolik depresyonu (IMD) hedef alındı. Çalışma, koşu terapisinin, tipik olmayan enerjiyle ilgili semptomlar (AES) ve inflamasyon ile metabolik disfonksiyonun biyolojik belirteçleri gibi IMD özelliklerini azaltmada daha olumlu sonuçlar verdiğini gözlemledi. Koşu terapisi, birleşik bir IMD indeksinde önemli iyileşmelere yol açarken, antidepresan tedavisi bu özelliklerin bozulmasına neden oldu. Buna rağmen, çalışma, koşu terapisinin antidepresanlara kıyasla genel depresyon şiddeti veya remisyon oranlarında açık bir avantaj sağlamadığını buldu.
Analiz, koşu terapisinin, metabolik sağlıkta iyileşmeyi yansıtan metabolik sendrom indeksi ve metabolit PC1 gibi belirli biyolojik belirteçleri azaltmada antidepresanlardan daha etkili olduğunu ortaya koydu. Koşu terapisi gören hastalar bu belirteçlerde önemli iyileşmeler gösterirken, antidepresan kullananlar metabolik sağlıklarında kötüleşme yaşadılar, bu da muhtemelen artan iştah ve kilo alımı gibi yaygın yan etkilerden kaynaklanıyor olabilir. Bu, antidepresanların metabolik sağlığı olumsuz etkileyebileceğine dair önceki bulgularla uyumludur ve bu olumsuz etkiler egzersiz müdahaleleriyle hafifletilebilir. Çalışma, egzersizin depresyonu olan hastalarda metabolik ve inflamatuar sağlık üzerinde potansiyel faydalarını vurgulamaktadır.
Bununla birlikte, çalışma, hastaların tedavi tercihlerine dayalı kısmi randomize tasarımı gibi birkaç sınırlama ile karşı karşıyaydı. Bu, seçilim yanlılığına yol açabilir ve koşu terapisi grubunda uyumu azaltabilir. Ayrıca, nispeten küçük örneklem büyüklüğü, başlangıçtaki IMD özellikleri ile tedavi sonuçları arasındaki etkileşim etkilerini tespit etme yeteneğini sınırlamış olabilir. Bu sınırlamalara rağmen, çalışma, egzersizin, özellikle koşu terapisinin, IMD’nin biyolojik ve klinik özelliklerini ele almak için antidepresanlara kıyasla daha etkili bir tedavi seçeneği olabileceğini öne sürmektedir. Egzersiz, depresyonu olan hastalar, özellikle metabolik disfonksiyon belirtileri gösterenler için tamamlayıcı veya alternatif bir tedavi olarak değerlendirilmelidir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Tip 1 Diyabette İltihap Belirteçleri ve Kardiyovasküler Otonom Nöropati Ölçümleri
Tip 1 Diyabette İltihap Belirteçleri ve Kardiyovasküler Otonom Nöropati Ölçümleri
Bu çalışma, tip 1 diyabet (T1D) hastalarında iltihaplanma ile kardiyovasküler otonomik nöropati (CAN) arasındaki ilişkiyi inceledi. Araştırmacılar, 39 iltihap biyomarkerini ölçerek sadece suPAR (çözünebilen urokinaz tipi plazminojen aktivatör reseptörü) seviyelerinin CAN ölçüleriyle tutarlı ve anlamlı şekilde ilişkili olduğunu buldular. Yüksek suPAR seviyeleri, kalp atış hızı değişkenliği (HRV) endekslerinde, örneğin SDNN ve RMMSD’de düşük puanlarla, parasempatik aktivitenin azalmış olduğunu gösterdi. Bu bulgular, PERL denemesinden alınan ayrı bir kohortta doğrulandı, burada daha yüksek suPAR seviyelerine sahip katılımcılar, daha düşük suPAR seviyelerine sahip olanlara kıyasla HRV endekslerinde anlamlı şekilde daha düşük skorlar gösterdiler.
Çalışma, iltihaplanmanın diyabet komplikasyonlarının gelişiminde ve ilerlemesindeki rolünü, özellikle de CAN’ı vurguladı. CAN, uzun süreli diyabetli bireylerin önemli bir kısmını etkileyen bir durumdur ve artmış kardiyovasküler risk, kalp yetmezliği ve mortalite ile ilişkilidir. Çalışma, suPAR’ın, interlökin-6 ve tümör nekroz faktörü-α gibi diğer birçok iltihap biomarkeri arasında CAN ile ilişkilendirilen tek biyomarker olduğunu buldu. Bulgular, suPAR’ın HRV’yi azalttığını gösteren önceki çalışmalarla uyumludur ve bunun CAN’ın ve diğer diyabet komplikasyonları, örneğin ateroskleroz ve diyabetik böbrek hastalığı (DBH) gibi hastalıkların ilerlemesinde önemli bir rol oynayabileceğini düşündürmektedir.
Araştırma, suPAR’ın diyabetle ilişkili komplikasyonların gelişiminde kritik bir faktör olma potansiyelini vurgulamaktadır ve suPAR’ın CAN patogenezindeki olası rolünü ortaya koymaktadır. Yüksek suPAR seviyeleri, kötü glisemik kontrol ve diyabette kardiyovasküler olay riski ile ilişkilidir. Çalışma, suPAR’ın CAN’a nasıl katkıda bulunduğunu anlamak ve suPAR’a karşı tedavi yaklaşımlarını, örneğin anti-suPAR tedavilerini, etkilerini hafifletmek için keşfetmek amacıyla daha fazla araştırma yapılması gerektiğini belirtmektedir. Çalışmanın güçlü yönleri arasında kapsamlı biyomarker değerlendirmesi ve iki bağımsız kohortta doğrulama yer alsa da, sınırlamaları arasında neden-sonuç çıkarımları yapılamayan kesitsel tasarımı ve iltihaplanma ile CAN arasındaki ilişkiyi netleştirecek daha fazla longitudinal çalışmanın gerekliliği yer almaktadır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Wilson hastalığına bağlı şiddetli distoni için derin beyin stimülasyonu: Bir N-of-1 denemesinin prospektif çok merkezli meta-analizi
Wilson hastalığına bağlı şiddetli distoni için derin beyin stimülasyonu: Bir N-of-1 denemesinin prospektif çok merkezli meta-analizi
Bu çalışma, Wilson hastalığına (WD) bağlı distoninin tedavisinde derin beyin stimülasyonu (DBS) etkinliğini, her hastanın kendi kontrolü olduğu N-of-1 deneme metodolojisi kullanarak değerlendirdi. Araştırma, DBS’nin iki beyin hedefi üzerindeki etkilerini karşılaştırdı: globus pallidus internus (GPI) ve subthalamik nükleus (STN). Her hastanın klinik sunumuna dayalı olarak bireyselleştirilmiş stimülasyon hedeflemesine rağmen, sonuçlar, hastaların hastalık tarafından en çok etkilenen günlük yaşam aktivitelerinde herhangi bir iyileşme göstermediğini ortaya koydu. Bu, DBS’nin WD ile ilişkili distoniyi tedavi için etkili bir yöntem olmadığını düşündürmektedir.
Çalışma, bir hastanın kendi engelliliğini değerlendirmeye odaklanan Kanada Mesleki Performans Ölçütü (COPM) kullanarak, global engellilik ölçekleri olan BFMDRS-D’nin aksine bir yaklaşım benimsemiştir. COPM, günlük yaşamda klinik olarak ilgili etkileri değerlendirme yeteneği nedeniyle seçilmiştir, özellikle WD gibi nörometabolik bozukluklarda distoninin hafif ancak önemli belirtilerle ortaya çıkabileceği göz önüne alındığında. Bu hassas ölçüm aracı kullanılmasına rağmen, çalışma, hedef alan (STN veya GPi) ne olursa olsun DBS’den herhangi bir fayda bulamamıştır. Bu, WD’deki bakır birikiminin neden olduğu yaygın lezyonlardan etkilenen diğer ikincil distoni çalışmalarında gözlemlenen değişken sonuçlarla uyumludur.
Çalışmanın sonuçları, DBS’nin WD ile ilişkili distoniyi tedavi için geçerli bir tedavi seçeneği olarak değerlendirilmemesi gerektiğini, çünkü hastaların hiçbirinde iyileşme gözlemlenmediğini önermektedir. Araştırma, iki stimülasyon hedefi arasında önemli bir fark bulamamış ve bazal gangliyonlar gibi bölgelerdeki yapısal lezyonların yanıt eksikliğine katkıda bulunmuş olabileceğini ortaya koymuştur. Çalışmanın küçük örneklem boyutu ve sınırlı sayıda “açık” ve “kapalı” dönemi gibi sınırlamalarına rağmen, bulgular DBS’nin WD’deki distoniyi tedavi için etkili olmayacağına işaret etmekte ve bu yaklaşımın bu hastalık için terk edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay