1 Ocak 2025/"Fora"
TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Litokolik Asit, Kalori Kısıtlamasının Yaşlanmayı Geciktirici Etkilerini Kopyalıyor
Litokolik Asit, Kalori Kısıtlamasının Yaşlanmayı Geciktirici Etkilerini Kopyalıyor
Bu çalışma, kalori kısıtlamasının (CR) yaşlanma karşıtı etkilerinden sorumlu olan litoşolik asit (LCA) adlı bir safra asidini tanımlamaktadır. Araştırmacılar, CR uygulanan farelerin serumunda LCA seviyelerinin önemli ölçüde arttığını ve bu artışın, AMPK (AMP-aktive protein kinaz) aktivasyonuna yol açtığını gözlemlemişlerdir. AMPK, hücresel enerji dengesinde rol oynayan ve çeşitli metabolik süreçleri düzenleyen bir enzimdir. Çalışma, LCA’nın AMPK’yi aktive edebilen tek safra asidi türevi olduğunu gösteriyor. Ayrıca, LCA’nın içme suyu yoluyla farelere verilmesinin, CR serumundaki LCA seviyelerine benzer seviyelere ulaştırdığı ve AMPK aktivasyonunu tetiklediği belirtilmiştir.
Çalışmada, yaşlı farelerin LCA ile tedavi edilmesinin kas fonksiyonlarını iyileştirdiği gözlemlenmiştir. LCA, kaslarda mitokondriyal içerik, oksidatif fosforilasyon kompleksleri ve mitokondriyal DNA (mtDNA) seviyelerini artırmıştır. Ek olarak, LCA kas rejenerasyonunu hızlandırmış, kas atrofisini önlemiş ve grip kuvveti ile koşu kapasitesini artırmıştır. Bu faydaların yanı sıra, LCA’nın insülin direncini iyileştirdiği ancak glikoz üretimini azaltmadığı da gösterilmiştir. Bu bulgular, LCA’nın yaşlanma sürecinde görülen kas fonksiyonu kayıplarına karşı potansiyel bir tedavi seçeneği olabileceğini düşündürmektedir.
Çalışma, LCA’nın bu faydalı etkilerinin AMPK aktivasyonuna bağlı olduğunu vurgulamaktadır. AMPK’nin kaslara özgü olarak devre dışı bırakılması, LCA’nın kas fonksiyonları üzerindeki olumlu etkilerini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, LCA’nın TGR5 reseptöründen bağımsız olarak etki gösterdiği ve AMPK aktivasyonunu indüklemede cAMP-Epac-MEK yolunu kullanmadığı belirlenmiştir. C. elegans ve meyve sineklerinde de LCA’nın ömrü uzattığı ve sağlık aralığını geliştirdiği bulunmuştur. Bu bulgular, LCA’nın yaşlanmanın farklı yönlerini hedefleyebilecek ve farklı organizmalarda fayda sağlayabilecek bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Tip 2 Diyabetli Hastalarda Majör Depresif Bozukluk Veya Depresif Semptomlar Ile Vasküler Komplikasyon Riski Arasındaki Ilişki Ve Metabolik Biyobelirteçlerin Aracı Rolü
Tip 2 Diyabetli Hastalarda Majör Depresif Bozukluk Veya Depresif Semptomlar Ile Vasküler Komplikasyon Riski Arasındaki Ilişki Ve Metabolik Biyobelirteçlerin Aracı Rolü: Birleşik Krallık Biobank Kohortunun Analizi
Bu çalışma, tip 2 diyabeti (T2DM) olan bireylerde majör depresif bozukluk (MDB) veya depresif belirtilerin, kalp yetmezliği (HF), aterosklerotik kardiyovasküler hastalık (ASKVH), koroner arter hastalığı (KAH) ve diyabetik böbrek hastalığı (DKH) ve diyabetik nöropati (DN) gibi vasküler komplikasyon risklerini artırdığını göstermektedir. Birleşik Krallık Biobank verileriyle yapılan 13 yıllık bir takip çalışmasında, MDB veya depresif belirtileri olan T2DM hastalarında bu komplikasyonların görülme olasılığı daha yüksek bulunmuştur. MDB’nin, HF riskini %32, ASKVH riskini %17 ve mikrovasküler komplikasyon riskini %29 oranında artırdığı belirlenmiştir. Depresif belirtiler de benzer risk artışlarına yol açmıştır.
Çalışmada, MDB ve vasküler komplikasyonlar arasındaki bağlantının, dolaşımdaki bazı metabolitler tarafından kısmen açıklandığı görülmüştür. Özellikle lipit profili, böbrek fonksiyonu ve inflamasyonla ilgili metabolitlerin, bu ilişkide %7.29 ile %26.87 arasında bir etkiye sahip olduğu tespit edilmiştir. Trigliseritler, LDL-kolesterol, HDL-kolesterol, apolipoprotein A, apolipoprotein B ve total kolesterol gibi lipitler KAH riski ile ilişkilendirilmiştir. Ayrıca, sistatin C’nin DKH ve HF riskinde rol oynadığı bulunmuştur.
Sonuç olarak, T2DM hastalarında depresyonun erken teşhisi ve tedavisi vasküler komplikasyonları önlemede önemli bir rol oynayabilir. Ayrıca, lipit profili, böbrek fonksiyonu ve sistemik inflamasyonu hedefleyen metabolik müdahaleler bu hasta grubunda komplikasyon riskini azaltmaya yardımcı olabilir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Sepsiste Ekstrakorporeal Kan Temizleme Tedavilerinin Kullanımı
Sepsiste Ekstrakorporeal Kan Temizleme Tedavilerinin Kullanımı: Mevcut Paradigma, Mevcut Kanıtlar Ve Gelecek Perspektifleri
Bu derleme, sepsis ve septik şokta ekstrakorporeal kan temizleme tedavilerinin (EBPT’ler) kullanımını inceliyor. Sepsis, bağışıklık sisteminin düzensiz tepkisiyle ortaya çıkar ve çoklu organ yetmezliği ile ilişkilidir. EBPT’ler, inflamatuvar medyatörleri hedefleyerek bu süreci düzenleyebilir. Renal replasman tedavileri (RRT), plazma değişimi ve hemadsorpsiyon gibi farklı EBPT’ler, hemodinamiyi iyileştirme, organ desteğini azaltma ve bazı durumlarda mortaliteyi düşürme potansiyeli gösterir. Ancak, mevcut randomize kontrollü çalışmaların (RKÇ) sonuçları çelişkilidir.
EBPT’lerin klinik uygulamalarında belirsizlikler vardır. Sepsis hastalarının heterojenliği, farklı tedavi mekanizmaları, dozaj ve zamanlama gibi faktörler değerlendirmeyi zorlaştırır. Çalışmalardaki hasta gruplarının homojen olmaması meta-analiz sonuçlarını etkiler. Gelecekteki araştırmaların hasta seçimi, tedavi protokollerinin standardizasyonu ve kişiselleştirilmiş yaklaşımlara odaklanması gerekir. Bayes yöntemleri ve klinik veri tabanları gibi istatistiksel teknikler, çalışma gruplarını karşılaştırmada yardımcı olabilir. Biyobelirteçler ve mikrosirkülasyon gibi fizyolojik parametreler, hasta fenotiplerini belirlemede kullanılabilir.
Sonuç olarak, “herkese tek beden” yaklaşımı yerine kişiselleştirilmiş tedavi önemlidir. Tedavi zamanlaması, dozaj ve antibiyotik etkileşimleri dikkate alınmalıdır. Gelecekteki çalışmaların mortalite yerine morbiditeye (örneğin, yoğun bakımda kalış süresi) odaklanması ve mikrosirkülasyonun restorasyonu gibi fizyolojik hedefleri değerlendirmesi önerilir. Sepsis tedavisinde işbirliği önemlidir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Curcumin Tip 2 Diabetes Mellitus'ta Hiperglisemi ve İnflamasyonu Azaltır
Curcumin Tip 2 Diabetes Mellitus’ta Hiperglisemi ve İnflamasyonu Azaltır: Randomize Kontrollü Çalışmanın Kantitatif Analizi
Bu meta-analiz çalışması, tip 2 diyabetli (T2D) bireylerde kurkumin takviyesinin hiperglisemi ve inflamasyon üzerindeki etkilerini incelemektedir. 18 randomize kontrollü çalışmanın analizi, kurkuminin açlık kan şekerini (AKŞ) ve glikolize hemoglobin (HbA1c) seviyelerini önemli ölçüde düşürdüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca, inflamasyon belirteci olan C-reaktif protein (CRP) düzeylerinde de azalma gözlemlenmiştir. Bu bulgular, kurkuminin T2D hastalarında hiperglisemi ve inflamasyonu iyileştirebileceğini düşündürmektedir.
Çalışmada, dahil edilen çalışmaların çoğunun iyi kalitede olduğu belirlenmiş, ancak cinsiyetin CRP seviyelerindeki azalma ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Subgrup analizleri, hiperlipidemi ve yaş faktörlerinin bazı sonuçlarda heterojenliğe yol açabileceğini göstermiştir. Yayın yanlılığı değerlendirmesinde, AKŞ ve HbA1c için anlamlı bir yanlılık görülmezken, CRP için olası bir yanlılık tespit edilmiştir. Genel olarak, kanıtların kesinliği AKŞ için düşük, HbA1c için orta ve CRP için düşük olarak belirlenmiştir.
Sonuç olarak, bu çalışma kurkuminin T2D’de hiperglisemi ve inflamasyonu azaltabileceğini desteklemektedir. Bununla birlikte, en uygun doz ve müdahale süresini belirlemek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Ayrıca, kurkuminin emilimini artıracak formülasyonların kullanılması önerilmektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Alzheimer hastalığı tedavisinde bağırsak-beyin ekseninin probiyotiklerle araştırılması
Alzheimer hastalığı tedavisinde bağırsak-beyin ekseninin probiyotiklerle araştırılması: hayvan çalışmalarından elde edilen kanıtlar-sistematik bir derleme ve meta-analiz
Probiyotiklerin Bağırsak-Beyin Ekseni Üzerindeki Etkisi ve Alzheimer Hastalığı (AD) Patogenezi
Çalışmalar, probiyotiklerin bağırsak-beyin ekseni üzerinden Alzheimer hastalığının (AD) patogenezi üzerindeki koruyucu etkilerini vurgulamaktadır. AD’nin bir nedeni olarak bağırsak disbiyozu öne sürülmektedir. Bağırsak disbiyozu, zararlı metabolitlerin artışına ve koruyucu metabolitlerin azalmasına yol açarak bağırsak ve kan-beyin bariyerinin geçirgenliğini artırır. Bu durum, nöroinflamasyon ve amiloid plak birikimine neden olabilir. Araştırmalar, probiyotiklerin bağırsak mikrobiyotasını iyileştirerek nöroinflamasyon ile oksidatif stresi hafifletebileceğini göstermektedir. Örneğin, Lactobacillus türlerinin antioksidan potansiyelinin, yaşlanma sürecinde olumlu etkiler sağladığı bulunmuştur.
Probiyotiklerin AD Patolojisi ve Bilişsel Fonksiyonlara Etkisi
AD’nin karakteristik özelliği olan amiloid beta (Aβ) plaklarının birikimi, probiyotiklerle önemli ölçüde azaltılmıştır. Ancak tau protein hiperfosforilasyonu üzerindeki etkileri önemsiz bulunmuştur. Bunun genetik varyasyonlarla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, probiyotikler nöroinflamasyonu azaltarak mikroglial aktivasyonu hafifletmiştir. Sinaptik plastisite belirteci olan BDNF seviyeleri de probiyotik desteği ile geri kazanılmıştır. Hayvan modellerinde, probiyotiklerin mekansal tanıma, kısa süreli ve uzun süreli hafızayı iyileştirdiği gözlemlenmiştir. Ancak dozajın insanlar için uygulanabilirliği ve etkinliği konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Çalışmanın Sınırlamaları ve Gelecek Araştırmalar
Bu çalışmada farklı sonuç ölçütleri, probiyotik türleri ve hayvan modelleri arasında çeşitlilik bulunması önemli bir sınırlamadır. Ancak, probiyotiklerin AD üzerindeki terapötik etkileri umut verici görünmektedir. Gelecek çalışmalar, probiyotik türlerine özgü etkiler, optimal dozajlar ve uzun vadeli kullanımlar üzerinde yoğunlaşmalıdır. Ayrıca, güvenlik faktörleri özellikle bağışıklığı baskılanmış hastalarda dikkate alınmalıdır. Sonuç olarak, probiyotiklerin AD tedavisinde klinik potansiyeli olduğu belirtilmiş ancak insan çalışmalarıyla daha fazla kanıt gerektiği vurgulanmıştır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Ağız mukozası yoluyla emilen mikrobesinler, 5-10 yaş arası çocuklarda duygu düzensizliğini azaltır
Ağız mukozası yoluyla emilen mikrobesinler, 5-10 yaş arası çocuklarda duygu düzensizliğini azaltır: Üç aşamalı, randomize, bekleme listesi kontrollü bir çalışma.
Bu çalışma, ağız mukozasından emilen mikro besinlerin 5-10 yaş arası çocuklarda duygu düzenleme bozukluklarına olan etkilerini inceleyen ilk denemedir. Bulgular, mikro besinlerin çocuklarda duygu düzenleme bozukluğu semptomlarını azaltmada daha hızlı ve etkili olabileceğini ve psikiyatrik ilaçlardan farklı olarak yan etkilerinin daha az olduğunu ortaya koymakta. Ayrıca, mikro besinlerin hem çocuklarda hem de ebeveynlerde ruh sağlığını olumlu etkileyerek aile içi etkileşimleri güçlendirdiği gözlemlendi.
Mikro besinlerin etkisi, önceki araştırmalardan elde edilen bulgularla desteklenmiştir. Örneğin, ADHD’li çocuklarda yapılan önceki bir çalışma, mikro besin takviyesinin duygu düzenleme semptomlarını anlamlı ölçüde iyileştirdiğini göstermiştir. Mevcut çalışma, önceki araştırmalara göre daha yüksek tedavi yanıt oranları bildirmiştir. Ancak çalışmanın kör olmaması nedeniyle yanıt oranlarının biraz yüksek tahmin edilebileceği belirtilmiştir. Mikro besinlerin bekleme listesindeki katılımcılara kıyasla hızlı bir etki gösterdiği, bu durumun da katılımcıların tedaviye devam etme motivasyonunu olumlu etkilediği vurgulanmıştır. Mikro besinlerin kolay uygulanabilirliği, düşük yan etki profili ve erişilebilirliği, onları duygu düzenleme bozuklukları için cazip bir tedavi seçeneği haline getirmektedir.
Tüm değerlendirmelerin ebeveynler tarafından yapılmış olması ve grubun müdahaleye kör olmaması gibi beklenti yanlılığına yol açabilecek unsurlar bulunmaktadır. Çalışmanın sadece Yeni Zelanda’da yapılan örneklerle sınırlı olması, sonuçların genelleştirilebilirliğini kısıtlamaktadır. Gelecekteki çalışmalarda farklı coğrafi bölgelerden daha geniş örneklem grupları ile çift kör randomize kontrollü çalışmaların yapılması gerekmektedir. Mikro besin dozunun artırılmasının etkileri, iştah üzerindeki potansiyel etkileri ve farklı emilim yöntemlerinin etkinliği gibi konular da daha fazla araştırılmalıdır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
D vitamini reseptör geni polimorfizmi ile esansiyel hipertansiyon arasındaki ilişki
D vitamini reseptör geni polimorfizmi ile esansiyel hipertansiyon arasındaki ilişki: Güncellenmiş sistematik bir inceleme, meta-analiz ve meta-regresyon
Bu incelemede, çeşitli VDR (Vitamin D Reseptörü) gen polimorfizmlerinin esansiyel hipertansiyon (EH) riskiyle ilişkisi değerlendirilmektedir. Meta-regresyon analizleri, yaş ve cinsiyetin sonuçları önemli ölçüde etkilediğini ortaya koydu. Kadınlarda FokI polimorfizminin ff genotipi daha yüksek EH riski ile ilişkilendirilirken, erkeklerde bu genotip daha düşük riskle ilişkilendirildi. Ek olarak genç bireylerde ff genotipi daha yüksek risk oluştururken, yaşlı bireylerde bu risk düşüktü. BsmI polimorfizminin analizinde ise bb genotipine sahip bireylerin daha düşük EH riski taşıdığı belirlendi. BsmI polimorfizminin RNA stabilitesini etkilediği ve bunun da VDR proteininin seviyelerini azaltarak kan basıncını artırabileceği düşünüldü.
Diğer yandan, TaqI ve ApaI polimorfizmlerinin EH riski ile anlamlı bir ilişkisi bulunamadı. Bu durum BsmI polimorfizminin baskın bir genetik rol oynamasına bağlı olabilir. Ek olarak, TaqI ve ApaI polimorfizmleri, VDR gen ifadesini düzenleyen mRNA stabilitesini etkileyebilir ancak bu etkiler BsmI polimorfizmine kıyasla daha sınırlıdır. FokI polimorfizmi ise doğrudan VDR protein yapısını değiştirerek reseptör aktivitesini etkiler ancak bunun EH üzerindeki etkisi yaş, cinsiyet ve metodolojik kalite gibi popülasyon özelliklerine bağlıdır. Bu sonuçlar, önceki çalışmalardaki çelişkileri açıklamaya yardımcı olabilir.
Çalışmanın bazı sınırlamaları bulunuyor. FokI ve TaqI polimorfizmleriyle ilgili sonuçlarda heterojenlik gözlemlendi ve bu durum yaş, cinsiyet ve metodolojik kalite farklılıklarından kaynaklanıyor olabilir. Bazı polimorfizmler için yeterli sayıda çalışma olmaması, cinsiyetin ve diğer faktörlerin etkisini tam olarak değerlendirmeyi engelledi. Gelecekteki araştırmalar, VDR polimorfizmlerinin EH üzerindeki etkisini çevresel faktörler, epigenetik mekanizmalar ve diğer genetik varyantlarla birleştirerek incelemelidir. Daha geniş ve çok etnisiteli kohort çalışmaları, bu genetik ilişkileri doğrulamak ve kişiselleştirilmiş tedavi yaklaşımlarını geliştirmek için gereklidir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Alzheimer Hastalığında Koruyucu Faktör Olarak Nonsteroidal Anti-İnflamatuar İlaçların Rolü
Alzheimer Hastalığında Koruyucu Faktör Olarak Nonsteroidal Anti-İnflamatuar İlaçların Rolü: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz
Bu meta-analizde, NSAID’lerin (non-steroid anti-inflamatuar ilaçlar) Alzheimer hastalığı (AD) üzerindeki etkilerini incelenmiştir. NSAID kullanımının bilişsel gerilemeyi yavaşlatmada veya AD riskini azaltmada anlamlı bir etkisinin olmadığını gösterildi. Özellikle meta-analiz sonuçları, MMSE skorlarında herhangi bir klinik iyileşme göstermedi. Çalışmalar arasındaki heterojenlik ve yayın yanlılığı gibi faktörler, bu sonuçların değerlendirilmesinde etkili oldu. NSAID’lerin AD semptomlarının gelişiminden yıllar önce kullanıldığı durumlarda bile koruyucu bir etki gözlemlenmedi. Bu durum, NSAID’lerin AD’nin patolojik değişikliklerinin erken veya preklinik evrelerinde etkili olabileceği, ancak ilerlemiş evrelerde etkisiz olduğu hipotezini destekledi.
NSAID’lerin etkisizliği, yaş, dozaj, genetik faktörler ve komorbiditeler gibi çeşitli faktörlere bağlanabilir. Araştırmalar NSAID kullanımının 65 yaş altındaki bireylerde AD riskini azaltabileceğini öne sürerken, daha ileri yaşlarda bu etkinin kaybolduğunu göstermiştir. Bunun yanı sıra, düşük dozda NSAID kullanımının tedavi edici etkilerinin sınırlı olabileceği ve MMSE gibi bilişsel testlerin yaşlı ve düşük eğitimli bireylerde bilişsel gerilemeyi olduğundan fazla tahmin edebileceği belirtilmiştir. Ayrıca, APOE genotipinin NSAID kullanımının etkisini değiştirebileceği ve bu tür genetik faktörlerin çalışmalarda dikkate alınmadığı vurgulanmıştır.
Sonuç olarak bu meta-analiz, NSAID’lerin AD tedavisinde veya hastalığın bilişsel ilerlemesini durdurmada etkili olmadığını ortaya koymuştur. NSAID’lerin AD’nin presemptomatik evrelerinde koruyucu olabileceği öne sürülse de, mevcut çalışmalar bu hipotezi doğrulamak için yetersizdir. Daha geniş, uzun süreli ve genetik faktörleri de içeren ileri çalışmaların yapılması gerektiği belirtilmiştir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Yetişkinlerde majör depresyon başlangıcını önlemeye yönelik psikolojik müdahaleler
Yetişkinlerde majör depresyon başlangıcını önlemeye yönelik psikolojik müdahaleler: Sistematik bir derleme ve bireysel katılımcı veri meta-analizi
Bu sistematik inceleme ve bireysel katılımcı veri meta-analizi, 7.201 katılımcıyla gerçekleştirilen 30 rastgele kontrollü çalışmanın verilerini birleştirerek, psikolojik müdahalelerin majör depresif bozukluğu (MDD) önlemedeki etkinliğini değerlendirmiştir. Çalışma, psikolojik müdahalelerin MDD görülme oranını altı aya kadar %42, on iki aya kadar %33 oranında önemli ölçüde azalttığını ve önceki meta-analizlerden daha üstün sonuçlar verdiğini göstermiştir. Bu müdahaleler, özellikle orta düzeyde depresif ya da anksiyete semptomları (PHQ-9 veya GAD-7 ≥10) olan ve daha önce psikoterapi deneyimi olmayan bireyler için daha etkili bulunmuştur. Semptom şiddetinin azalması ve güvenilir iyileşme gibi ikincil sonuçlar önceki araştırmalarla tutarlılık göstermiştir, ancak örtüşen güven aralıkları sonuçların dikkatle yorumlanmasını gerektirmektedir. Bulgular ayrıca bu müdahalelerin alt eşik depresif semptomları etkili bir şekilde ele alma potansiyeline sahip olduğunu vurgulamaktadır.
Moderatör analizleri, başlangıç semptom şiddetinin müdahale sonuçlarını etkilediğini ve orta düzeyde depresif ya da anksiyete semptomlarına sahip bireylerin daha fazla fayda sağladığını ortaya koymuştur. Çalışma, ayrıca katılım ve etkinliği artırmak için kültürel olarak uyarlanmış yaklaşımların önemini vurgulamıştır. Cinsiyet ve eğitim gibi demografik faktörler anlamlı bir etkileyici olmasa da, müdahalelerin bireysel olarak uyarlanması çeşitli topluluklarda daha iyi sonuçlar sağlayabilir. Kısa vadeli faydalar umut verici olmasına rağmen, bu müdahalelerin 24 aydan uzun süredeki etkinliği belirsizliğini korumakta ve etkilerini geliştirmek ve istikrara kavuşturmak için daha fazla araştırma yapılmasının gerekliliğini vurgulamaktadır. Ek olarak, konferans görüşmelerine dayalı müdahaleler umut vaat etmiş ancak üstünlüklerini kanıtlamak için yeterli veri bulunamamıştır.
Çalışma, eksik veri toplama, çalışmalar arasında orta ila yüksek düzeyde heterojenlik ve büyük ölçüde yüksek eğitimli kadınlardan oluşan bir örneklem gibi bazı sınırlamalarla karşılaşmıştır; bu durum, genellenebilirliği sınırlayabilir. Ayrıca, çocuklukta yaşanan zorluklar ve kültürel çeşitlilik gibi bazı önemli moderatörler yetersiz veri nedeniyle analiz edilememiştir. Bununla birlikte, bulgular psikolojik müdahalelerin depresyon yükünü azaltmak için uygulanabilir bir halk sağlığı stratejisi olarak benimsenmesini desteklemektedir. Gelecekteki araştırmalar, önleyici müdahalelerin rutin bakım ortamlarına entegrasyonuna ve farklı demografik ve klinik gruplarda uygulanabilirliğinin araştırılmasına odaklanmalıdır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Ağrı, kas kuvvetinin kontrolünü etkiler mi?
Ağrı, kas kuvvetinin kontrolünü etkiler mi? Sistematik bir derleme ve meta-analiz
Bu sistematik derleme ve meta-analiz, hem klinik hem de deneysel olarak indüklenen kas-iskelet sistemi ağrısının kas kuvveti kararlılığı üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Otuz iki çalışmadan elde edilen veriler, klinik kas-iskelet sistemi ağrısının kuvvet kararlılığında, kuvvetin varyasyon katsayısı (CoV) ve standart sapması (SD) ile ölçülen, önemli azalmalarla sonuçlandığını ortaya koymuştur. Ancak deneysel ağrı, yalnızca CoV ile ölçüldüğünde kuvvet kararlılığında azalmaya neden olmuş, SD üzerinde anlamlı bir etkisi bulunmamıştır. Klinik ağrı çalışmalarındaki bulguların çeşitliliği, katılımcı özellikleri, ağrı şiddeti ve değerlendirme yöntemlerindeki farklılıkları yansıtırken, deneysel ağrı çalışmalarında daha tutarlı etki büyüklükleri gözlenmiştir. Bu durum, standart ağrı indüksiyon modellerinin kullanılmasından kaynaklanıyor olabilir.
Klinik ve deneysel ağrı karşılaştırması, klinik ağrının kuvvet kararlılığı üzerinde daha belirgin bir etkisi olduğunu göstermektedir. Bu fark, klinik ağrının kalıcı ve çok boyutlu doğasına bağlanabilir; bu durum, sinir sistemi ve kaslarda uzun vadeli nörofizyolojik ve yapısal değişiklikleri içerir. Geçici ve daha az karmaşık olan deneysel ağrı ise, motor nöron fonksiyonlarını yalnızca geçici olarak etkiler ve kronik durumlarda gözlenen kapsamlı değişikliklerden yoksundur. Fizyolojik açıklamalar, ağrı koşullarında azalan kuvvet kararlılığının mekanizmaları olarak değişmiş duyusal girdi, motor birim davranışındaki değişiklikler ve motor nöronlara sinaptik girdide artan değişkenliğe işaret etmektedir.
Kuvvet kararlılığındaki bozulmaların klinik sonuçları oldukça önemlidir, çünkü bu durum suboptimal doku yüklenmesine, artan yaralanma riskine ve ağrı semptomlarının devam etmesine yol açabilir. Bununla birlikte, küçük örneklem büyüklükleri ve çalışmalar arasındaki yöntemsel çeşitlilik gibi sınırlamalar, sonuçların yorumlanmasında dikkatli olunmasını gerektirmektedir. Gelecek araştırmalar, farklı kasılma türleri, kuvvet seviyeleri ve geri bildirim modları boyunca kuvvet kontrolünü keşfederken ölçüm yöntemlerini standartlaştırmaya odaklanmalıdır. Ayrıca, kuvvet kararlılığındaki iyileşmeler ile fonksiyonel iyileşme arasındaki ilişkinin incelenmesi, kas-iskelet sistemi ağrısı yaşayan bireyler için hedefe yönelik müdahalelere rehberlik edebilir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
D vitamini takviyesi çocuklarda astım alevlenmelerini azaltır
D vitamini takviyesi çocuklarda astım alevlenmelerini azaltır: Randomize kontrollü çalışmaların sistematik bir derlemesi ve meta-analizi
Bu sistematik derleme ve meta-analiz, yalnızca randomize kontrollü çalışmaların (RCT) verilerini kullanarak, çocuklarda D vitamini takviyesinin astım alevlenmeleri üzerindeki etkisini değerlendirdi. Bulgular, D vitamini alan çocuklarda, özellikle sistemik kortikosteroid tedavisi gören ve D vitamini eksikliği bulunan bireylerde, plaseboya kıyasla astım alevlenmelerinde anlamlı bir azalma olduğunu gösterdi. Bu faydalı etkiler, D vitamininin bağışıklık düzenleyici özelliklerine atfedilmiştir; bunlar arasında hava yolu iltihabının azaltılması, kortikosteroid yanıtının iyileştirilmesi ve antiviral yolların güçlendirilmesi yoluyla viral kaynaklı astım ataklarının hafifletilmesi yer almaktadır. Ancak, 16 yaş altındaki ergenlerde bu faydaların daha az belirgin olduğu ve takviye için en uygun doz ve sürenin belirlenmesinde hâlâ değişkenlik olduğu görülmektedir.
Alt grup analizleri, önerilen standart günlük D vitamini dozunun, yüksek dozlara kıyasla astım alevlenmelerini azaltmada daha etkili olduğunu ve altı aydan kısa süren takviyelerin en iyi sonuçları verdiğini ortaya koymuştur. Daha yüksek dozlar, serum D vitamini seviyelerini önemli ölçüde artırsa da, akciğer fonksiyonlarını tutarlı bir şekilde iyileştirmemiş veya alevlenme oranlarını azaltmamış, aşırı yüksek dozlar ise hiperkalsemi gibi olumsuz etkilerin riskini artırmıştır. Kanıtlar, hava yolu yeniden şekillenmesi farkları nedeniyle, D vitamininin etkilerinin çocuklarda yetişkinlere göre daha belirgin olduğunu ve uzun süreli takviye çalışmalarında FEV1’de iyileşmeler gözlendiğini göstermektedir.
RCT’lerin dahil edilmesi bu incelemenin geçerliliğini artırırken, potansiyel yayın yanlılığı ve tutarsız deneme süreleri gibi sınırlamalar daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Bulgular, D vitamininin özellikle kortikosteroid tedavisi gören çocuklarda astım yönetimi için tamamlayıcı bir tedavi olarak potansiyelini ortaya koymaktadır. Gelecekteki çalışmaların, doz protokollerini iyileştirmeye, uzun vadeli etkileri araştırmaya ve D vitamini takviyesi ile akciğer fonksiyonu iyileştirmesi arasındaki ilişkiyi değerlendirmeye odaklanması gerekmektedir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
İç ve dış mekan yapay ışık-gece (ALAN) ve kanser riski
İç ve dış mekan yapay ışık-gece (ALAN) ve kanser riski: Birden fazla kanser bölgesini içeren sistematik bir derleme ve meta-analiz ve maruziyet değerlendirmesinin eleştirel bir incelemesi
Bu sistematik inceleme ve meta-analiz, yapay gece ışığına (ALAN) — hem iç mekan hem de dış mekan — maruz kalma ile kanser riski arasındaki ilişkiyi araştırdı. Analiz, meme kanseri ve prostat kanserine odaklanarak, dış mekan ALAN ile ilişkilendirilen meme kanseri riskinde %12’lik bir artış buldu ve çeşitli hassasiyet analizlerinde tutarlı bulgular elde etti. Ancak, iç mekan ALAN ile meme kanseri arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı değildi. Çalışma, dış mekan ALAN ile meme kanseri arasındaki potansiyel bağlantıyı doğrulasa da, prostat kanseri için net bir ilişki bulmadı. ALAN ve meme kanseri üzerine yapılan altı önceki meta-analizin gözden geçirilmesi, bu bulguları destekleyerek genel bir fikir birliği olduğunu ancak daha hassas araştırma yöntemlerine ihtiyaç duyulduğunu vurguladı.
Bu incelemenin önemli bir yönü, çalışmalarda kullanılan maruz kalma değerlendirme yöntemlerinin değerlendirilmesiydi. Çoğu çalışma, dış mekan ALAN maruziyetini değerlendirmek için uydu görüntülerine dayanıyordu, ancak düşük mekansal çözünürlük ve renk verisinin eksikliği gibi sorunlar, ölçümlerin doğruluğunu sınırladı. Çalışmalarda yaygın olarak kullanılan DMSP uydusunun mekansal çözünürlüğü 5 km idi ve bu, potansiyel yanlış sınıflandırma ve önyargılı tahminlere yol açtı. Buna karşılık, Visible Infrared Imaging Radiometer Suite (VIIRS) görüntüleri bazı iyileştirmeler sundu, ancak yine de sınırlamaları vardı. İnceleme, özellikle biyolojik olarak sirkadiyen bozulma ve kanser gelişimi ile daha güçlü bir bağlantıya sahip olan mavi ışık verisini içeren daha hassas yöntemlere ihtiyaç duyulduğunu vurguladı.
Çalışma, mevcut literatürdeki önemli boşlukları ve sınırlamaları da belirledi, örneğin veri kalitesinin düşük olması ve yaş ve sosyoekonomik durum gibi karıştırıcı faktörlerin tutarsız bir şekilde kontrol edilmesi. Gelecekteki araştırmalar, yüksek çözünürlüklü uydu görüntülerinin kullanılmasına ve mavi ışık maruziyetine dair bilgilerin entegre edilmesine odaklanmalıdır, çünkü bu, sirkadiyen bozulmaların incelenmesi için biyolojik olarak daha alakalıdır. Ayrıca, çalışmalar daha geniş bir kanser türü yelpazesi içermeli ve ALAN ile kanser riski arasındaki kesin ilişkiyi güçlendirmek için sağlam maruz kalma değerlendirmeleri yapmalıdır. Bu zorluklara rağmen, inceleme, ALAN maruziyetinin özellikle yüksek maruziyet seviyelerine sahip kentsel ortamlarda, potansiyel bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmasının önemini vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay