1 Kasım 2023/"Spiral"

TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER

Mitokondriyal DNA Kopya Sayısı ile Glioma Riski Arasındaki Genetik İlişki

Mitokondriyal DNA Kopya Sayısı ile Glioma Riski Arasındaki Genetik İlişki: Nedensellikten İçgörüler

Bu çalışma, mtDNA-CN (mitokondriyal DNA kopya sayısı) ile glioma, LGG (düşük dereceli glioma) ve GBM (glioblastoma multiforme) arasındaki genetik nedensel ilişkiyi araştıran öncü bir araştırmadır. Sonuçlar, mtDNA-CN ile glioma ve LGG arasında genetik bir nedensel ilişki bulunmadığını göstermektedir. Ancak mtDNA-CN ile GBM arasında olası bir genetik bağ olabileceğini öne sürmektedir. Tersine MR analizinde, glioma, LGG ve GBM’nin mtDNA-CN üzerinde genetik bir nedensel etkisi tespit edilmemiştir. Çalışmanın duyarlılık analizleri, heterojenlik ve pleitropi değerlendirmeleri ile sonuçların sağlamlığını doğrulamıştır.

 

Geleneksel gözlemsel epidemiyolojik çalışmaların sınırlamaları, çalışmanın tasarımı, örneklem büyüklüğü ve retrospektif özellikleri gibi etmenler nedeniyle sonuçların yorumlanmasını zorlaştırmaktadır. MR yöntemi, genetik nedensel ilişkileri belirlemede bu tür karıştırıcı faktörlerden kaçınma avantajı sunar. MtDNA-CN’nin glioma üzerindeki rolü belirsizliğini korumaktadır ve önceki çalışmalar bu konuda çelişkili sonuçlar rapor etmiştir. Ancak bu çalışma, mtDNA-CN ile GBM ve glioma arasında anlamlı bir genetik nedensel bağlantı olmadığını ortaya koymaktadır.

 

mtDNA-CN’nin glioma üzerindeki ters ilişkisinin araştırılması aralarındaki ilişkiyi daha kapsamlı bir şekilde anlamayı sağlamıştır. Çalışmanın Avrupa kökenli bireylerle sınırlı olması, sonuçların diğer etnik gruplara genellenmesini zorlaştırmaktadır. Ayrıca, kan mtDNA-CN’nin beyin mitokondriyal fonksiyonunu tam olarak yansıtmayabileceği belirtilmiştir.

 

Sonuçta bu çalışma, mtDNA-CN’nin glioma riskiyle genetik bir ilişkisinin bulunmadığını ve GBM üzerindeki olası etkisinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Gelecekteki çalışmalar, WHO’nun 2021 sınıflamasına dayalı glioma alt grupları üzerinde mtDNA-CN ile ilişkileri daha ayrıntılı araştırmalıdır.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(He Q, Wang W, Xu D, Xiong Y, Tao C, Ma L, Ma J, Zheng S, You C, Zan X. Genetic association between mitochondrial DNA copy number and glioma risk: insights from causality. BMC Cancer. 2024 Nov 21;24(1):1439. doi: 10.1186/s12885-024-13212-7. PMID: 39574033; PMCID: PMC11583505.)

Kronik Uykusuzluk Bozukluğunda Değişen Hipotalamik Ağ Fonksiyonel Bağlantısı Ve Akupunkturun Regülasyon Etkisi

Kronik Uykusuzluk Bozukluğunda Değişen Hipotalamik Ağ Fonksiyonel Bağlantısı Ve Akupunkturun Regülasyon Etkisi: Randomize Kontrollü Bir Nörogörüntüleme Çalışması

 

Bu çalışma, kronik uykusuzluk bozukluğu (CID) olan hastalarda hipotalamus alt bölgelerinin (MH ve LH) işlevsel bağlantılarındaki değişiklikleri ve akupunktur tedavisinin bu bağlantılar üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Sonuçlar, CID hastalarında MH ile LOFC (lateral orbitofrontal korteks) arasındaki işlevsel bağlantının arttığını, gerçek akupunktur (RA) tedavisinin ise bu bağlantıyı ve uykusuzluk belirtilerini azalttığını göstermiştir. MH-LOFC bağlantısındaki değişimlerin klinik iyileşme ile güçlü bir ilişki içinde olması, hipotalamus-OFC devresinin CID patogenezi ve akupunktur tedavisinin etkisi üzerindeki önemini vurgulamaktadır.

 

Hipotalamus, uyku-uyanıklık döngülerinin düzenlenmesinde merkezi bir rol oynar. CID hastalarında, özellikle MH ile LOFC arasındaki anormal bağlantılar dikkat çekmiştir. OFC; ödül öğrenme, duygu düzenleme ve bilişsel kontrol gibi işlevlerle ilişkilidir. Çalışmada, RA tedavisinin MH-LOFC bağlantısını azalttığı ve bu değişimin duygusal durumları iyileştirdiği görülmektedir. Ayrıca yüksek uyanıklık halinden uykuya geçişi kolaylaştırdığı sonucuna ulaşılmıştır.

 

Ek olarak, RA tedavisi ile MH’nin diğer beyin bölgeleri (SFG ve FFA gibi) ile bağlantılarında da değişiklikler tespit edilmiştir. Ancak, bu bağlantılardaki değişimlerin uykusuzluk semptomlarıyla doğrudan ilişkili olmadığı görülmüştür. Sham akupunktur (SA) grubunda ise farklı beyin bölgelerinde (DLPFC, AI ve SMA gibi) bağlantı değişiklikleri gözlenmiş, bu değişikliklerin plasebo etkisiyle bağlantılı olabileceği belirtilmiştir. RA ve SA grupları arasında farklı hipotalamus ağlarının oluşması, gerçek ve sahte akupunktur etkileri arasındaki ayrımı desteklemiştir.

 

Çalışmanın sınırlamaları arasında küçük örneklem boyutu, kısa tedavi süresi ve hipotalamus gibi küçük bölgelerdeki bağlantıların haritalanmasında fMRI çözünürlüğünün sınırlı olması yer almaktadır. Gelecekte daha büyük örneklemlerle uzun süreli çalışmalar ve çok modlu nörogörüntüleme yöntemlerinin kullanılması önerilmektedir. Sonuç olarak bu çalışma, hipotalamusla ilişkili devrelerin işlevsel bağlantılarını restore ederek akupunkturun CID tedavisinde etkili olabileceğini göstermektedir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Peng W, Xu H, Zhang C, Hu Y, Yu S. The altered hypothalamic network functional connectivity in chronic insomnia disorder and regulation effect of acupuncture: a randomized controlled neuroimaging study. BMC Complement Med Ther. 2024 Nov 14;24(1):396. doi: 10.1186/s12906-024-04703-y. PMID: 39543627; PMCID: PMC11566913.)

Çölyak Hastalığı Ve Miyokard Enfarktüsü İlişkisi

Çölyak Hastalığı Ve Miyokard Enfarktüsü İlişkisi: Sistematik Bir İnceleme Ve Meta-Analiz

Bu meta-analiz, çölyak hastalığı (ÇH) ile miyokard enfarktüsü (ME) arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığını ortaya koymuştur (HR: 1.143; OR: 0.879). Ancak çalışmalar arasında yüksek heterojenlik gözlenmiştir (I² = 99%), bu da farklı tasarım, tanı yöntemleri ve popülasyon özelliklerinden kaynaklanabilir. 

 

Ana Bulgular:

– Glutensiz diyet, inflamasyonu azaltarak kardiyovasküler risk faktörlerini iyileştirebilir.

– Önceki çalışmalardan daha fazla veri içeren bu analiz, ÇH’nin ME riskini artırdığına dair güçlü bir kanıt sunulmamaktadır.

 

Kısıtlamalar:

– Gözlemsel çalışmalar nedensellik ilişkisini tam açıklayamamaktadır.

– GFD uyumu ve alt grup analizleri yeterince ele alınamamıştır.

 

Gelecek Çalışmalar:

– Daha geniş, uzun dönemli ve alt grup analizlerini içeren araştırmalar gereklidir. Glutensiz diyetin etkileri ve genetik faktörlerin rolü de incelenmelidir. 

 

Sonuç:

ÇH ve ME arasında anlamlı bir bağlantı bulunmamış, ancak daha kapsamlı çalışmalar yapılması önerilmektedir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Sharma N, Shabil M, Khatib MN, Singh RP, Singh MP, Bushi G, Ballal S, Bansal P, Bhopte K, Gaidhane AM, Tomar BS, Ashraf A, Kumar MR, Chauhan AS, Sah S, Kathuria R, Daniel AS. Association of celiac disease and myocardial infarction: a systematic review and meta-analysis. BMC Cardiovasc Disord. 2024 Nov 18;24(1):655. doi: 10.1186/s12872-024-04340-w. PMID: 39558192; PMCID: PMC11575112.)

Çocuklarda PM2.5 Hava Kirliliği ile IQ Kaybı Arasındaki İlişkinin Ölçülmesi

Çocuklarda PM2.5 Hava Kirliliği ile IQ Kaybı Arasındaki İlişkinin Ölçülmesi: Sistematik Bir İnceleme Ve Meta-Analiz

Bu çalışma, çocuklarda PM2.5 hava kirliliği maruziyeti ile bilişsel işlev azalması arasındaki ilişkiyi sistematik olarak inceleyen ilk araştırmadır. Analiz edilen altı çalışma, prenatal ve çocukluk dönemindeki PM2.5 maruziyetinin, özellikle Performans IQ (PIQ)’da belirgin bir düşüşle ilişkili olduğunu göstermiştir. PIQ, sözel olmayan bilişsel yetenekleri temsil ettiği için çevresel zararlara daha hassas görünmektedir. 

 

Ana Bulgular:

– PM2.5 maruziyeti, çocukların bilişsel gelişimi üzerinde önemli etkiler yaratabilir ve toplum genelinde IQ kaybı ciddi ekonomik ve sosyal sonuçlara yol açabilir.

– PIQ kaybı, dikkat eksikliği, düşük akademik başarı ve davranışsal sorunlar gibi uzun vadeli gelişimsel ve nöro-davranışsal etkilerle ilişkilidir.

 

Kısıtlamalar:

– Çalışmalar arasında yüksek heterojenlik gözlenmiş, farklı yöntemler ve coğrafi bölgeler nedeniyle sonuçlar çeşitlilik göstermiştir.

– Kimyasal bileşenlerin etkileri veya diğer çevresel zararlılarla sinerjik etkiler yeterince değerlendirilmemiştir.

 

Gelecek Araştırmalar:

– PM2.5 maruziyetinin bireysel düzeyde ölçümleri (ör. biyobelirteçler, giyilebilir cihazlar) ve coğrafi çeşitlilik artırılmalıdır.

– Erken çocukluk döneminde uzun vadeli IQ değişikliklerini izlemek, etkilerin daha net anlaşılmasını sağlayabilir.

 

Sonuç:

PM2.5 hava kirliliğinin çocukların bilişsel gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri, halk sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Hava kirliliğinin azaltılması, toplumsal ve ekonomik açıdan önemli kazanımlar sağlayabilir.

Hazırlayan: Şevval Kurnaz

(Alter NC, Whitman EM, Bellinger DC, Landrigan PJ. Quantifying the association between PM2.5 air pollution and IQ loss in children: a systematic review and meta-analysis. Environ Health. 2024 Nov 18;23(1):101. doi: 10.1186/s12940-024-01122-x. PMID: 39551729; PMCID: PMC11572473.)

Mitokondriyal Kalsiyum Alımı Yaşlanma Sırasında Azalır Ve Oleuropein Tarafından Enerji Metabolizmasını Ve İskelet Kası Performansını Artırmak İçin Doğrudan Aktive Edilir

Mitokondriyal Kalsiyum Alımı Yaşlanma Sırasında Azalır Ve Oleuropein Tarafından Enerji Metabolizmasını Ve İskelet Kası Performansını Artırmak İçin Doğrudan Aktive Edilir

Bu çalışma, iskelet kasında mitokondriyal kalsiyum alımının (mtCa2+) yaşlanma ve sarkopeni sırasında azaldığını ortaya koymaktadır. Bu azalmaya, mitokondriyal kalsiyum girişini düzenleyen MCUR1 adlı bir proteinin ekspresyonundaki azalma neden olmaktadır. Araştırmacılar, mtCa2+ alımını uyararak kas hücrelerinin enerji metabolizmasını artıran besinlerden elde edilen bir molekül olan oleuropeini tanımladılar. Oleuropein, mtCa2+ taşıyıcı proteininin bir alt birimi olan MICU1’e bağlanarak etki gösterir.

 

Hem hücre kültürlerinde hem de fare modellerinde oleuropein, mitokondriyal solunumu artırdı ve yorgunluğu azalttı. Önemli olarak, oleuropein yaşlı farelerde yaşa bağlı mitokondriyal işlev bozukluğunu tersine çevirdi ve egzersiz performansını iyileştirdi. Bu bulgular, bozulmuş mtCa2+ alımının yaşlanma sırasında mitokondriyal disfonksiyona katkıda bulunduğunu ve oleuropeinin, sarkopeni ve yaşa bağlı diğer kas düşüşlerinin tedavisi için umut verici bir besinsel müdahale olabileceğini göstermektedir.

 

Bu keşif, yaşlanmaya karşı koymada yeni stratejiler için önemli etkileri olan yaşlanma ile ilgili bir mtCa2+ alımı eksikliği belirleyerek mitokondriyal sağlığı hedeflemeyi öneriyor. Oleuropein’in özellikle MCU’yu ve mitokondriyal biyoenerjetiği doğrudan aktive ederek yaşlanan kaslardaki işlev kaybına karşı koyma potansiyeli, klinik uygulamalarda ve kas fonksiyonunu ve sağlığı destekleyen diyet müdahalelerinin geliştirilmesinde gelecekteki araştırmalara yol açmaktadır.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Gherardi G, Weiser A, Bermont F, Migliavacca E, Brinon B, Jacot GE, Hermant A, Sturlese M, Nogara L, Vascon F, De Mario A, Mattarei A, Garratt E, Burton M, Lillycrop K, Godfrey KM, Cendron L, Barron D, Moro S, Blaauw B, Rizzuto R, Feige JN, Mammucari C, De Marchi U. Mitochondrial calcium uptake declines during aging and is directly activated by oleuropein to boost energy metabolism and skeletal muscle performance. Cell Metab. 2024 Nov 23:S1550-4131(24)00417-0. doi: 10.1016/j.cmet.2024.10.021. Epub ahead of print. PMID: 39603237.)

Esansiyel Tremorda Kortiko-Talamik Tremor Devreleri Ve Bunların Derin Beyin Stimülasyonu Etkileri İle İlişkileri

Esansiyel Tremorda Kortiko-Talamik Tremor Devreleri Ve Bunların Derin Beyin Stimülasyonu Etkileri İle İlişkileri

Bu çalışma, derin beyin stimülasyonunun (DBS) esansiyel tremordaki (ET) etkilerini araştırmaktadır. Araştırmacılar, DBS’nin tremor gücünü azalttığını ve tremorun hem amplitüd hem de frekans dengesizliğini artırdığını bulmuşlardır. Bağımsız olarak motor korteksin ve talamusun beyin stimülasyonunun tremoru azaltmadaki etkisine nasıl katkıda bulunduğunu analiz ettiler. Daha kararlı ve şiddetli tremorların DBS’den daha fazla fayda sağladığı da bulundu. Bu sonuçlar, tremorun esansiyel tremorda, ipsilateral hemisferden de önemli bir katkıyla öncelikle kontralateral talamustan kaynaklandığını düşündürmektedir. Motor korteks, tremorun yayılmasında, muhtemelen duyu girdilerini yükselen yollar yoluyla alan bir geri bildirim döngüsü aracılığıyla farklı bir rol oynamaktadır.

 

DBS’nin tremor üzerindeki etkileri en çok talamusta yer alan bağlantı ile ilişkiliyken, DBS yanıtını tahmin etmede motor kortekse talamik bağlantı önemli değildi. Bu bulgular, DBS tedavisinin kişiselleştirilmesine yönelik önemli klinik çıkarımları desteklemektedir. Daha kararlı tremorları olan kişiler, kontralateral talamustaki daha belirgin tremor üreten kaynağa bağlı olarak, talamik DBS’den daha fazla fayda sağlayabilir. Bununla birlikte, daha kararsız tremorların, korteksi içeren birden fazla jeneratörü içermesi daha olasıdır, bu da PSA gibi alternatif cerrahi hedefleri veya serebello-talamo-kortikal yol boyunca birden fazla bölgenin uyarılması gibi uyarıcı modlarını önerebilir. Ek olarak, kararsız tremorları olan hastalar, DBS’nin etkilerinin bir tarafta optimize edilmesinin ötesinde, iki taraflı DBS’nin veya uyarım parametrelerinin optimize edilmesinin faydasını görebilir.

 

Hazırlayan: Elif Özge İnan

(He S, West TO, Plazas FR, Wehmeyer L, Pogosyan A, Deli A, Wiest C, Herz DM, Simpson T, Andrade P, Baig F, Hart MG, Morgante F, FitzGerald JJ, Barbe MT, Visser-Vandewalle V, Green AL, Pereira EA, Cagnan H, Tan H. Cortico-thalamic tremor circuits and their associations with deep brain stimulation effects in essential tremor. Brain. 2024 Nov 27:awae387. doi: 10.1093/brain/awae387. Epub ahead of print. PMID: 39592428.)

İleri Evre Endometriyal Kanserde Kemoterapiye Karşı Birinci Basamak Lenvatinib Artı Pembrolizumab

İleri Evre Endometriyal Kanserde Kemoterapiye Karşı Birinci Basamak Lenvatinib Artı Pembrolizumab: Randomize, Açık Etiketli, Faz III Bir Çalışma

Makale, lenvatinib artı pembrolizumabın (len + pembro) ileri evre endometrial kanserde (aEK) kemoterapiye karşı etkinliğini ve güvenliğini araştıran faz III randomize, açık etiketli bir çalışmayı özetlemektedir. Çalışma, len + pembro’nun uyuşmazlık onarım yetkinliği olan (pMMR) aEK hastalarında hem progresyonsuz sağkalımı (PFS) hem de genel sağkalımı (OS) iyileştirmede başarısız olduğunu bulmuştur. Güvenlik profili, len + pembro grubunda daha yüksek dereceli tedaviyle ilgili advers olayların oranları olmasına rağmen, önceki bulgularla tutarlıydı.

 

Önemli bir alt grup analizi, len + pembro’nun, önceki neoadjuvan kemoterapi alan hastalarda kemoterapiye göre daha iyi sonuçlar gösterdiğini ortaya koymuştur. Bu sonuçlar, önceki çalışmalardaki, len + pembro’nun önceki sistemik tedavi görmüş hastalarda faydalı etkilerine işaret eden gözlemlerle uyumludur. Çalışma ayrıca, daha kararlı ve daha şiddetli tremorların daha büyük bir DBS etkisine sahip olduğunu ve olası bireysel tedavi stratejilerinin seçimi için daha fazla değerlendirme yapılması gerektiğini vurgular.

 

Sonuç olarak, len + pembro, bu çalışmada incelenen birinci basamak ortamda pMMR aEK için PFS veya OS’yi iyileştirmede standart bakım kemoterapisiyle başa baş sonuçlar göstermemiştir. Ancak, önceki neoadjuvan kemoterapi alan hastalarda alt grup analizi, len + pembro için umut vaat eden sonuçlar göstermiştir. Bu bulguların doğrulanması için ve ayrıca hastalara uygun tedavi stratejilerini belirlemek için kişiselleştirilmiş tedavi yaklaşımlarına odaklanan daha fazla araştırma gerekmektedir.



Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Marth C, Moore RG, Bidziński M, Pignata S, Ayhan A, Rubio MJ, Beiner M, Hall M, Vulsteke C, Braicu EI, Sonoda K, Wu X, Frentzas S, Mattar A, Lheureux S, Chen X, Hasegawa K, Magallanes-Maciel M, Choi CH, Shalkova M, Kaen D, Wang PH, Berger R, Okpara CE, McKenzie J, Yao L, Orlowski R, Khemka V, Gilbert L, Makker V; ENGOT-en9/LEAP-001 Investigators. First-Line Lenvatinib Plus Pembrolizumab Versus Chemotherapy for Advanced Endometrial Cancer: A Randomized, Open-Label, Phase III Trial. J Clin Oncol. 2024 Nov 26:JCO2401326. doi: 10.1200/JCO-24-01326. Epub ahead of print. PMID: 39591551.)

Zju Endeksi 20-59 Yaş Arası Amerikalı Yetişkinlerde Sarkopeni Riski İle İlişkilidir

Zju Endeksi 20-59 Yaş Arası Amerikalı Yetişkinlerde Sarkopeni Riski İle İlişkilidir: Kesitsel Bir Çalışma

Bu kesitsel çalışma, 20-59 yaş arasındaki Amerikalı yetişkinlerde BKİ, açlık kan şekeri (FBG), trigliserit (TG) ve ALT/AST oranını entegre eden yenilikçi bir hesaplama yöntemi olan ZJU indeksi ile sarkopeni riski arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. 2011’den 2018’e kadar olan NHANES verilerini analiz eden araştırmacılar, artan ZJU indeksi ile sarkopeni prevalansı arasında pozitif bir ilişki olduğunu bulmuşlardır. Bu ilişki çok değişkenli doğrusal ve lojistik regresyon analizinde karıştırıcılar için ayarlandıktan sonra istatistiksel olarak anlamlı kalmıştır.

 

Dikkate değer bir şekilde, ZJU indeksinin sarkopeni riski ile ilişkisi hem erkekler hem de kadınlar arasında farklılık göstermiştir ve etkileşim analizi bu ilişkinin farklı ZJU indeksi seviyelerinde değiştiğini vurgulamıştır. ROC eğrisi analizi, ZJU indeksinin, sarkopeni için 0,749 AUC değeri ile hem erkekler hem de kadınlarda iyi bir teşhis doğruluğuna sahip olduğunu göstermiştir. Ek olarak, kısıtlanmış kübik spline ve eşik etkisi analizleri, ZJU indeksi ile hem ALM/BMI (ALM’nin BMI’ye oranı) hem de sarkopeni riski arasında doğrusal olmayan bir ilişki ortaya koymuştur.

 

Bu bulgular, ZJU indeksinin sarkopeni için umut verici bir tahminleyici belirteç olabileceğini düşündürmektedir. Kan biyokimyası testleri kullanılarak kolayca hesaplanabilir olması, metabolik bozuklukların zamanında tanımlanmasını ve önleyici müdahalelerin uygulanmasını sağlayarak onu klinik tarama için uygun bir araç haline getirmektedir. Ancak, bu bulguları doğrulamak ve altta yatan mekanizmaları keşfetmek için prospektif çalışmalar ve randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.



Hazırlayan: Elif Özge İnan

(Hao JQ, Hu SY, Zhuang ZX, Zhang JW, Xiong MR, Wang R, Zhuang W, Wang MJ. The ZJU index is associated with the risk of sarcopenia in American adults aged 20-59: a cross-sectional study. Lipids Health Dis. 2024 Nov 26;23(1):389. doi: 10.1186/s12944-024-02373-w. PMID: 39593075; PMCID: PMC11590360.)

Direnç Antrenmanı, Multipl Sklerozlu Kadınlarda Fonksiyonel Kapasiteleri İyileştiriyor

Direnç Antrenmanı, Multipl Sklerozlu Kadınlarda Fonksiyonel Kapasiteleri İyileştiriyor: Randomize Kontrollü Bir Çalışma

Bu çalışma, multipl sklerozlu (MS) kadınlarda 12 haftalık bir direnç antrenmanı (RT) programının oksidatif stres belirteçleri, kas gücü, fonksiyonel kapasite, yaşam kalitesi (QoL) ve yorgunluk üzerindeki etkilerini değerlendirdi. Bulgular, RT grubundaki katılımcıların fonksiyonel kapasite, kas gücü, yorgunluk ve yaşam kalitesinde, RT yapmayanlar ve sağlıklı kontrol gruplarına kıyasla anlamlı iyileşmeler gösterdiğini ortaya koydu. Malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon peroksidaz (GPx) gibi oksidatif stres belirteçlerinde anlamlı bir değişiklik gözlenmemesine rağmen, çalışma egzersizin antioksidan savunmayı güçlendirme ve oksidatif hasarı zamanla azaltma potansiyeline dikkat çekerek MS yönetimine olumlu katkılar sağladığını vurguladı.

 

Kas gücü iyileşmeleri, bacak uzatma ve bench press gibi çeşitli hareketlerde belirgindi ve 2 dakikalık yürüme testi ile T25 ayak yürüme testi gibi fonksiyonel test performanslarında iyileşmeler eşlik etti. Bu kazanımlar, RT’nin MS hastalarında fiziksel yetenekleri ve bağımsızlığı artırmadaki etkinliğini öneren önceki araştırmalarla uyumludur. Ayrıca, öznel yorgunlukta azalmalar ve özellikle baskın olmayan elde el becerisinin iyileşmesi, RT’nin MS’in hem merkezi hem de periferik semptomlarını ele alma potansiyelini vurgulamaktadır. Oksidatif stres belirteçlerine ilişkin bulgular bazı önceki çalışmalarla tutarsız olmasına rağmen, çalışma uzun vadeli egzersiz adaptasyonlarının antioksidan savunmayı güçlendirmedeki değerini vurgulamaktadır.

 

Çalışma ayrıca, küçük örneklem büyüklüğü, kısa süre ve diyet kontrolünün eksikliği gibi, oksidatif stres sonuçlarını etkileyebilecek sınırlamalara dikkat çekmiştir. Bu kısıtlamalara rağmen, denetimli RT, MS’li kadınlarda fiziksel ve psikolojik iyilik halini geliştirmek için güvenli ve etkili bir strateji olarak ortaya çıkmıştır; özellikle egzersizin neden olduğu ısıya duyarlı hastalar için. Yazarlar, özelleştirilmiş RT programlarının MS hastalarında gücü artırmak, yorgunluğu azaltmak ve yaşam kalitesini iyileştirmek için değerli bir araç olabileceği sonucuna varmış ve egzersizin uzun vadeli etkilerini ve bu popülasyon için en uygun protokolleri keşfetmek adına daha fazla araştırma yapılmasını önermiştir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Nezhad NN, Parnow A, Khamoushian K, Eslami R, Baker JS. Resistance training improves functional capacities in women with multiple sclerosis: a randomized control trial. BMC Neurol. 2024 Nov 22;24(1):457. doi: 10.1186/s12883-024-03964-x. PMID: 39578772; PMCID: PMC11583674.)

Ekstrakte Edilmiş Bakliyat Proteinlerinin Kardiyovasküler Risk Azaltımı için Lipid Hedefleri Üzerindeki Etkileri

Ekstrakte Edilmiş Bakliyat Proteinlerinin Kardiyovasküler Risk Azaltımı için Lipid Hedefleri Üzerindeki Etkileri: Randomize Kontrollü Çalışmaların Sistematik İncelemesi ve Meta-Analizi

Bu sistematik inceleme ve meta-analiz, tip 2 diyabet veya hiperkolesterolemi olan ya da olmayan 453 orta yaşlı yetişkini kapsayan 14 denemeyi değerlendirdi. Çalışma, çoğunlukla fasulye ve kurutulmuş bezelyeden elde edilen nabız proteinlerinin lipid seviyeleri üzerindeki etkisini inceledi. Bu proteinlerin günlük 25–35 g tüketimi, 4–6 haftalık bir süre boyunca LDL-C’de (−0,23 mmol/L) ve non-HDL-C’de (−0,22 mmol/L) orta düzeyde azalmalar ve apoB’de (−0,16 mmol/L) hafif bir düşüş ile ilişkilendirildi, ancak HDL-C ve trigliseritler üzerinde anlamlı bir etki gözlemlenmedi. Alt grup analizleri, gıda formuna ve cinsiyete dayalı farklılıkları ortaya koydu; içecek formunda tüketim ve kadınların daha yüksek oranda temsil edildiği çalışmalarda LDL-C ve non-HDL-C’de daha büyük azalmalar görüldü. Bu bulgular, bitkisel proteinler üzerine yapılan önceki araştırmalarla uyumlu olsa da doz-yanıt ilişkileri ve cinsiyete bağlı değişkenliklerin daha fazla araştırılması gerektiğini vurgulamaktadır.

 

Elde edilen bulgular, nabız proteinlerinin kardiyovasküler yararlarına dair yeni içgörüler sunarak, tam nabızlar ve soya ile kuruyemişler gibi diğer bitki bazlı proteinler üzerine yapılan çalışmalara ek katkılar sağlamaktadır. Dikkate değer bir gözlem, kadınlarda artan yanıtın, uyum, gıda tercihleri veya protein alımının gereksinimlere oranla daha yüksek olmasıyla ilişkili olabileceğidir. Mekanistik açıklamalar arasında bağırsak mikrobiyotasındaki değişiklikler ve karaciğerde LDL reseptör ekspresyonunun artışı yer alır; bu durum, kolesterolün dolaşımdan temizlenmesini kolaylaştırır. Önceki çalışmalardan farklı olarak, bu analizde sonuçlarda minimal heterojenlik gözlemlenmiş ve özellikle kadınlarda elde edilen nabız proteinlerinin kolesterol düşürücü etkilerine dair sağlam kanıtlar sunulmuştur.

 

Bu güçlü yönlere rağmen, çalışma küçük örneklem büyüklüğü, apoB sonuçlarında dolaylılık ve non-HDL-C ile trigliserit sonuçlarında belirsizlik gibi sınırlamalar içermektedir. Bu sınırlamalar, mercimek ve nohut gibi çeşitli nabız türlerini içeren daha büyük denemelerin yanı sıra cinsiyet ve toplumsal cinsiyet farklılıklarının daha fazla araştırılmasını gerektirir. Çalışma, nabız proteinlerinin kardiyovasküler sağlık için bitki bazlı diyet modellerinin bir parçası olarak potansiyelini vurgulamaktadır. Bulgular, bitkisel proteinleri teşvik eden diyet kılavuzlarını destekler ve nabız proteinlerinin çeşitli gıda ürünlerine dahil edilmesini, tamamlayıcı besinlerle dengeli bir diyetin parçası olarak önerir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Yang S, Back S, Grant SM, Ayoub-Charette S, Chen V, Lin EJ, Haintz L, Chen YT, Ahmad E, Gahagan J, Marinangeli CPF, Ha V, Khan TA, Mejia SB, Zurbau A, de Souza RJ, Beyene J, English MM, Vuksan V, Josse RG, Leiter LA, Kendall CWC, Jenkins DJA, Sievenpiper JL, Chiavaroli L. Effects of Extracted Pulse Proteins on Lipid Targets for Cardiovascular Risk Reduction: Systematic Review and Meta-Analysis of Randomized Controlled Trials. Nutrients. 2024 Nov 1;16(21):3765. doi: 10.3390/nu16213765. PMID: 39519598; PMCID: PMC11548137.)

Yetişkin Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğunda Bağırsak Mikrobiyomu

Yetişkin Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğunda Bağırsak Mikrobiyomu – Bir Meta-Analiz

Bu çalışma, yetişkinlerdeki Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ile bağırsak mikrobiyotasındaki değişiklikleri ve bu değişikliklerin DEHB belirtilerindeki olası rollerini incelemiştir. Dört vaka-kontrol kohortundan elde edilen veriler, uyumlu metodolojilerle analiz edilmiştir. Araştırmacılar, alfa çeşitliliğinde anlamlı bir fark bulamazken, beta çeşitliliği ve mikrobiyota bileşimi arasında DEHB’li ve DEHB’siz gruplar arasında farklılıklar gözlemlemiştir. DEHB ile ilişkili belirli bakteri türleri tespit edilmiştir: *Eubacterium xylanophilum group* (anti-enflamatuar özellikleriyle) düşük seviyelerde bulunurken, *Ruminococcus torques group* ve *Eisenbergiella* (hiperaktivite/ataklık ve enflamatuar süreçlerle ilişkili) daha yüksek seviyelerde bulunmuştur. Bu bulgular, bağırsak mikrobiyotasının, bağışıklık fonksiyonu ve DEHB semptomları ile olası bağlantılarını düşündürse de nedensellik açık değildir.

 

Çalışma, tespit edilen bakterilerin işlevsel etkilerine de dikkat çekmiştir. Örneğin, *Ruminococcus torques group*, daha önce otizm ve depresyon gibi durumlarda nöroenflamasyon ve bağırsak bariyeri işlev bozukluğu ile ilişkilendirilmiştir. *Eisenbergiella*, bağışıklık aktivasyonu ve metabolik bozukluklarla bağlantılı bulunmuştur. *Eubacterium xylanophilum group*’un anti-enflamatuar rolü, DEHB’de koruyucu bir işlevi olabileceğini düşündürmektedir, ancak bunu doğrulamak için daha fazla insan çalışmasına ihtiyaç vardır. Bu bulgular, bağırsak mikrobiyotasının enflamatuar ve bağışıklık yolları aracılığıyla psikiyatrik bozuklukları etkileyebileceğini öne süren yeni kanıtlarla uyumludur, ancak DEHB’ye özgü etkiler daha fazla araştırma gerektirmektedir.

 

Geniş bir örneklem büyüklüğü ve uyumlu veri işleme süreçleri gibi güçlü yönlerine rağmen, çalışma sıralama tekniklerindeki değişkenlik ve nedensellik çıkarımı yapamama gibi sınırlamalarla karşılaşmıştır. Gelecekteki araştırmalar, standartlaştırılmış yöntemler benimsemeli, gelişimsel evreleri entegre etmeli ve işlevsel çalışmalar ve mikrobiyal müdahaleler yoluyla nedensel ilişkileri keşfetmelidir. Farmakolojik denemelerde mikrobiyota değişimlerini incelemek, DEHB’ye özgü etkileri ilaç etkilerinden ayırmaya yardımcı olabilir ve mikrobiyota hedefleyen potansiyel tedavilere dair yeni içgörüler sunabilir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Jakobi B, Vlaming P, Mulder D, Ribases M, Richarte V, Ramos-Quiroga JA, Tendolkar I, van Eijndhoven P, Vrijsen JN, Buitelaar J, Franke B, Hoogman M, Bloemendaal M, Arias-Vasquez A. The gut-microbiome in adult Attention-deficit/hyperactivity disorder – A Meta-analysis. Eur Neuropsychopharmacol. 2024 Nov;88:21-29. doi: 10.1016/j.euroneuro.2024.07.004. Epub 2024 Aug 8. PMID: 39121711.)

Sınırda Kişilik Bozukluğunda Erken Duygusal Empati, Duygu Bulaşması ve Empatik Endişe

Sınırda Kişilik Bozukluğunda Erken Duygusal Empati, Duygu Bulaşması ve Empatik Endişe: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz

Bu sistematik derleme ve meta-analiz, Borderline Kişilik Bozukluğu (BPD) ile ilişkili duygusal empati (AE) üzerine yapılan literatürü niceliksel olarak entegre eden ilk çalışmadır ve BPD’li bireylerin duygusal uyarıcılara nasıl tepki verdiği hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Analiz, BPD’li kişilerin sağlıklı kontrol gruplarına (HC) kıyasla duygusal bulaşma (emotion contagion) yanıtlarının arttığını ancak erken duygusal empati (AE) veya empatik endişe (empathic concern) açısından farklılık göstermediğini bulmuştur. Bu bulgular, BPD’li bireylerin AE’nin tüm yönlerinde bozukluklar yaşadığı varsayımına meydan okumakta ve duygusal bulaşmalarının arttığını, ancak empatik endişe kapasitelerinin sağlam kaldığını önermektedir.

 

Çalışma, özellikle BPD’deki bu empati yönüyle ilgili sınırlı sayıda çalışma olduğunu göz önünde bulundurarak, erken AE üzerine daha fazla araştırma yapılması gerektiğine vurgu yapmıştır. Erken AE’de grup farkları bulunmamakla birlikte, bu genellikle yüz mimikleriyle ölçülür, yazarlar bununla birlikte, nöral düzeyde farkların hala var olabileceğine dikkat çekmiştir. İnceleme, BPD’deki artmış duygusal bulaşmanın, bozukluğa özgü olan yoğun duygusal tepkileri ve duygusal düzenleme zorluklarını katkıda bulunabileceğini öne sürmüştür. Ayrıca, bu çalışmalarda yaygın olarak kullanılan ölçüm araçlarının, örneğin IRI’nin, duygusal bulaşmayı etkili bir şekilde yakalamayabileceğini ve genel sıkıntıyı duygusal bulaşma ile karıştırabileceğini belirtmiştir.

 

Sonuç olarak, bu derleme değerli teorik ve klinik bilgiler sunmaktadır. Teorik olarak, duygusal bulaşmanın BPD’deki duygusal düzenleme bozukluğunu tetikleyen anahtar bir mekanizma olabileceği fikrini desteklemektedir. Klinikte ise, BPD’de gözlemlenen sağlam empatik endişenin terapötik bağlamlarda tedavi sonuçlarını iyileştirmek için kullanılabileceğini önermektedir. Ancak, dahil edilen çalışmalardaki metodolojik sınırlamalar, örneğin öz-bildirim verilerine dayalı olmaları ve tutarsız ölçümler kullanılması nedeniyle, yazarlar gelecekteki araştırmaların AE ölçümünü incelemelerini ve BPD’deki duygusal bulaşmanın ardındaki nöral süreçleri keşfetmelerini istemektedir.

 

Hazırlayan: Oğuzalp Atalay

(Blunden AG, Henry JD, Pilkington PD, Pizarro-Campagna E. Early affective empathy, emotion contagion, and empathic concern in borderline personality disorder: A systematic review and meta-analysis. J Affect Disord. 2024 Dec 15;367:462-478. doi: 10.1016/j.jad.2024.08.215. Epub 2024 Sep 3. PMID: 39236884.)