1 Kasım 2024/"Yıldız"
TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Sıcaklık, Suç ve Şiddet
Sıcaklık, Suç ve Şiddet: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz
Sıcaklık ile çeşitli suç türleri arasındaki ilişkiyi incelenmiş ve bulguların çoğu pozitif ilişkiler göstermiştir. Farklı bölgeler, zaman dilimleri ve sıcaklık aralıkları arasında yapılan analizde; sıcaklık artışının şiddet suçu, saldırı ve cinayet ile anlamlı bir ilişkiye sahip olduğu bulunmuştur. Sonuçlar, Dünya Sağlık Örgütü’nün şiddeti bir halk sağlığı sorunu olarak tanımasıyla da uyum göstermiştir.
Çalışma, sıcaklık artışlarının şiddet suç oranlarını yükselttiğini destekleyen bulgular sunmaktadır. Coğrafi ve iklimsel farklılıklar da bu ilişkiyi etkilemektedir. Örneğin tropikal iklime sahip Asya bölgelerinde sıcaklık ve suç arasında çoğunlukla pozitif bir ilişki görülür. Bazı ılıman bölgelerde, özellikle ABD’nin bazı şehirlerinde, bu ilişki karışık veya negatif sonuçlar verebilmektedir. Bu değişkenlik, hem sosyoekonomik hem de çevresel faktörlerin suç maruziyetini ve dış mekân aktivitelerini etkilediğini göstermektedir. Çalışma ayrıca, bu ilişkileri açıklamada kullanılan ısı-saldırganlık ve ekonomik rasyonalite gibi teorilere de değinmektedir. Büyük şehirlerdeki kentsel ısı adası etkisi de sıcaklık maruziyetini artırarak sağlığı olumsuz etkileyebilir ve şiddet riskini artırabilir.
Çalışmada, suç türlerinin standart tanımlarının eksikliği, farklı istatistiksel modellerin kullanımı ve yalnızca İngilizce makalelerin dahil edilmesinden kaynaklanabilecek sınırlamalar belirtilmiştir. Kısa vadeli maruziyetler araştırmalarda daha ağırlıklı bir yer kaplasa da, çalışma uzun vadeli maruziyetlerin etkilerinin incelenmesinin önemini vurgulamaktadır. Sıcaklık ile suç arasındaki ilişkinin kanıtları hala gelişim aşamasındadır ve bu ilişkinin karmaşıklığını anlamak için daha geniş, uzun süreli çalışmalar yapılmasına ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Aort Darlığı Taramasında AI Algoritmalarının Tanısal Doğruluğu
Aort Darlığı Taramasında AI Algoritmalarının Tanısal Doğruluğu: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz
Bu makale, aort stenozu (AS) tanısında yapay zeka (AI) algoritmalarının etkinliğini inceleyen bir sistematik derleme ve meta-analizdir. İlk olarak 1956’da tanımlanan AI, özellikle 2000’lerde doğal dil işleme ve elektronik sağlık kayıtları entegrasyonu ile tıbbi teşhis araçlarında ilerleme sağlamıştır. Günümüzde derin öğrenme ve sinir ağları, hastalık tespitinde doğruluğu artırmıştır. AI, özelleştirilmiş tedavi ve klinik karar destek sistemleri gibi alanlarda da ilerleme kaydetmektedir.
AS’nin tedavisinde transkateter aort kapak replasmanındaki son gelişmeler, bu hastalığın daha güvenli tedavi edilmesine olanak sağlamıştır. Ancak, orta-şiddetli AS vakalarının yalnızca %10-20’si tespit edilmekte, bu da AS teşhisinin sıklıkla gözden kaçtığını göstermektedir. Bu nedenle, AI tabanlı derin öğrenme algoritmalarının AS tespiti için kullanımı önerilmektedir. Bulgulara göre, AS teşhisinde AI algoritmaları %80’in üzerinde duyarlılık ve özgüllüğe sahiptir. Örneğin, AI ile analiz edilen mamografi ve pap smear testleri ile karşılaştırıldığında, AI algoritmaları AS hastalarını %90.9 oranında doğru tespit edebilmektedir.
Çalışma, alt grup analizlerinde, AI tabanlı yaklaşımların EKG verileriyle en yüksek tanı doğruluğunu gösterdiğini belirlemiştir. Ancak, EKG sonuçları pozitif olan hastalarda ekokardiyografi gerektiren gereksiz testler yapılabileceği riskine dikkat çekilmiştir.
Bu derlemenin güçlü yönleri arasında geniş bir katılımcı sayısının analiz edilmesi ve metodolojik kalitenin kabul edilebilir düzeyde olması yer almaktadır. Ancak, çalışmada veri kaynağı, AI algoritma türü ve AS türü gibi değişkenler sonuçlarda tutarsızlıklara neden olmuştur. Bu farklılıklar, kıta, veri kaynağı ve kullanılan AI yaklaşımı gibi klinik parametrelerle açıklanmıştır.
Gelecekte, AI’nin AS taramasında daha yaygın kullanımı için standartlaşmış veriler ve metodolojiler geliştirilmelidir. Çalışmalar, farklı AI algoritmalarının klinik ortamda performanslarını karşılaştırmalı ve bu araçların hasta sonuçları üzerindeki etkilerini değerlendirmelidir. AI geliştiricileri ile sağlık hizmeti sağlayıcıları arasındaki iş birliği, AI tabanlı teşhis araçlarının pratikte kullanımını artırabilir.
Sonuç olarak, AI algoritmalarının AS taramasında güçlü bir araç olduğu görülmüştür. Ancak klinik uygulamaya doğrudan entegrasyon hala zorludur ve daha fazla geliştirme ve doğrulama gerekmektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Alzheimer Hastalığında Amiloid-β Pozitron Emisyon Tomografisi ve Manyetik Rezonans Görüntülemenin Karşılaştırmalı Tanısal Performansı
Alzheimer Hastalığında Amiloid-β Pozitron Emisyon Tomografisi ve Manyetik Rezonans Görüntülemenin Karşılaştırmalı Tanısal Performansı: Kafa Kafaya Meta-Analiz
Bu makalede, Alzheimer hastalığı (AD) tanısında amiloid-β PET (Aβ PET) ve MRG’nin karşılaştırmalı tanı performansı incelenmiştir. 2011 NIA-AA kriterlerine göre, Alzheimer hastalığı Aβ birikimi ile başlayan, ardından nörodejenerasyon ve bilişsel gerileme ile ilerleyen bir süreç olarak tanımlanır. Aβ PET, AD’nin bir belirteci olan amiloid-β plaklarını görüntülerken; MRG, beyin yapısal değişikliklerini, özellikle hipokampal veya medial temporal lob atrofisini ortaya koymaktadır.
Bu meta-analizde, Aβ PET ve MRG’nin AD tanısındaki performansı karşılaştırılmıştır. Bulgular, iki yöntemin duyarlılık ve özgüllük açısından benzer sonuçlar verdiğini ortaya koymaktadır. Özellikle 18F-FMM PET’in, AD’yi hafif bilişsel bozukluktan (MCI) ve normal kontrol gruplarından ayırmada daha yüksek özgüllük gösterdiği gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, sadece bir çalışmanın 18F-FMM kullanması sınırlı örneklem boyutu nedeniyle sonuçları etkileyebilir, dolayısıyla daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Çalışma, hem Aβ PET’in hem de MRG’nin AD’nin farklı yönlerini hedeflediğini ve bu yüzden birbirlerini tamamlayıcı bir rol oynadıklarını ortaya koymaktadır. Aβ PET, AD’ye özgü amiloid plaklarını doğrudan tespit ederken, MRG nörodejeneratif değişiklikleri saptamaktadır. Daha önceki çalışmalar sadece MRG’nin AD tanısındaki duyarlılık ve özgüllüğünü ele alırken, bu araştırma Aβ PET ve MRG’yi doğrudan karşılaştırarak eksikliği gidermektedir. Sonuçlar, Aβ PET’in AD plaklarını erken saptamadaki yüksek duyarlılığına karşın maliyetli ve sınırlı bir erişime sahip olduğunu; buna karşın MRG’nin daha yaygın ve uygun maliyetli bir seçenek olduğunu göstermektedir.
Analizde bazı sınırlamalar bulunmaktadır. Dahil edilen çalışmalardaki heterojenlik, özellikle hasta seçimi, referans standartlar ve zamanlama farklılıkları nedeniyle değişkenlik göstermektedir. Ayrıca, sadece altı çalışma kullanılmış olması yanlılık riskini artırabilir. Bu bulguları doğrulamak ve daha net sonuçlar elde etmek için daha büyük örneklemli prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak, Aβ PET ve MRG, AD tanısında benzer duyarlılık ve özgüllük sunmaktadır; ancak mevcut sınırlamalar nedeniyle daha kapsamlı araştırmalara gereksinim duyulmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Mitokondriyal Disfonksiyon Gen Ekspresyonu, DNA Metilasyonu Ve İnflamatuar Sitokin Etkileşimi Alzheimer Hastalığını Aktive Eder
Mitokondriyal Disfonksiyon Gen Ekspresyonu, DNA Metilasyonu Ve İnflamatuar Sitokin Etkileşimi Alzheimer Hastalığını Aktive Eder: Çok Omikli Mendel Randomizasyon Çalışması
Alzheimer hastalığı (AD) ile mitokondriyal disfonksiyon (MD) arasındaki ilişkiyi anlamak amacıyla yapılan bu çalışmada, MD ile ilişkili genleri ve bunların epigenetik değişimlerini incelemek için çoklu omik analizler kullanmıştır. Araştırma, kan ve beyin dokusundan elde edilen verileri birleştirerek, NDUFS8 ve CLU gibi genlerin yüksek ifadesinin AD riskini azaltabileceğini, SPG7 ve MAPT gibi gen varyantlarının ise bu riski artırabileceğini göstermiştir.
Araştırmada, epigenetik düzenlemelerin AD üzerindeki etkisi de ele alınmıştır. AD ile ilişkili gen varyantlarının genellikle kodlamayan bölgelerde bulunduğu ve bu bölgelerin epigenetik elementlerin işlevini etkileyerek hastalık ilerlemesine katkıda bulunduğu belirtilmiştir. Çalışma, daha düşük metilasyon seviyelerinin NDUFS8 ve CLU ifadelerini artırarak AD gelişme riskini düşürebileceğini ortaya koymuştur.
Son olarak, inflamatuar faktörlerin MD gen ifadeleri üzerindeki etkisi kolokalizasyon analizi ile incelenmiştir. LDLR gibi genlerin artan ifadesinin AD riskini azalttığı, inflamatuar sitokinlerle etkileşime girerek AD’nin patofizyolojisinde çok yönlü etkiler yarattığı bulunmuştur. Bu bulgular, MD ve inflamasyon arasındaki karmaşık etkileşimleri ve bunların AD üzerindeki etkilerini anlamak için yeni perspektifler sunmaktadır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Gelişmiş Polip Tespiti İçin Yapay Zeka Destekli Kolonoskopi
Gelişmiş Polip Tespiti İçin Yapay Zeka Destekli Kolonoskopi Üzerine Prospektif Çok Merkezli Randomize Kontrollü Bir Çalışma
Bu çalışma, AI destekli kolonoskopinin polip ve adenom tespitindeki etkinliğini araştırılmıştır. Sonuçlar, AI’nın adenoma tespit oranını (ADR) ve polip tespit oranını (PDR) önemli ölçüde artırdığını, özellikle ≤5 mm ölçüsündeki polipler ve gözlemin zor olduğu sigmoid kolon bölgesindeki poliplerin tespitinde daha belirgin bir iyileşme sağladığını göstermiştir. Bulgular, AI’nın kolonoskopi işlemleri sırasında küçük veya zor görülen polipleri tanımlamada etkili bir şekilde yardımcı olabileceğini önermektedir.
Kolonoskopide kalite kontrolü, kolorektal kanserin yeniden oluşumunu önlemek için hayati öneme sahiptir ve ADR, prosedür kalitesinin önemli bir göstergesidir. Polip tespitini artırmak için gelişmiş görüntüleme teknolojileri ve harici cihazlar dahil olmak üzere çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Çalışmanın sonuçları, AI’nın ADR’yi %8–15 oranında artırabileceğini gösteren önceki araştırmalarla uyumlu olup, AI kullanıldığında PDR’de %7’lik önemli bir artış sağlandığını ortaya koymuştur. Bu çalışmada kullanılan AI sistemi, hala görüntüler yerine video verilerine dayandığı için %35,7 oranında yanlış pozitiflerde azalma sağlamış ve polip tespitindeki doğruluğu artırmıştır.
AI destekli kolonoskopi, daha küçük poliplerin tespitinde ve sigmoid kolonun genel tespit oranlarında avantajlar sağlasa da, gereksiz polipektomi riskleri konusunda endişeler dile getirilmiştir. Ancak çekilme sürelerinin AI ve kontrol grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği belirtilmiştir. Çalışma, AI’nın endoskopistlere hangi lezyonların örnekleneceği veya çıkarılacağı konusunda değerli destek sağladığını ve böylece kolorektal kanserin önlenmesine yardımcı olabileceğini öne sürmektedir. Ancak çalışmanın sınırlamaları arasında gruplar arasındaki küçük BMI farklılıkları ve vaka sayısındaki değişiklikler yer almaktadır; bu durum sonuçları etkileyebilir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Orta ila Şiddetli Travmatik Beyin Hasarı Olan Hastalarda Yüksek Doz D3 Vitamini Uygulamasının İnflamatuar Biyobelirteçler Üzerindeki Etkisinin Araştırılması
Orta ila Şiddetli Travmatik Beyin Hasarı Olan Hastalarda Yüksek Doz D3 Vitamini Uygulamasının İnflamatuar Biyobelirteçler Üzerindeki Etkisinin Araştırılması: Randomize Bir Klinik Çalışma
Randomize kontrollü çalışmada travmatik beyin hasarı olan hastada yüksek doz D3 vitamini uygulamasının biyobelirteçler üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Ana bulgular, müdahale grubunda IL-1β ve IL-6 seviyelerinin başlangıçtan çalışmanın üçüncü gününe kadar kontrol grubuna kıyasla önemli ölçüde azaldığını göstermektedir. Müdahale sonrası yedi gün içinde, vitamin D3 grubunda Glasgow Coma Skoru (GCS) ve Nötrofil-Lenfosit Oranı (NLR) ile Platelet-Lenfosit Oranı (PLR) düşüşü kontrol grubuna göre daha belirgin olarak iyileşmiştir. Vitamin D3 takviyesinin sitokin seviyelerini azalttığı bulunmuştur. Çalışmanın sonuçları, vitamin D3 takviyesi ile birlikte IL-1β ve IL-6 seviyelerinde anlamlı bir azalma gözlemlendiğini ortaya koymuştur.
Vitamin D3 takviyesi alan hastalarda GCS seviyelerinde önemli bir artış tespit edilmiştir. Vitamin D3 ile tedavi edilen grubun bilinç seviyesinde, plasebo grubuna kıyasla yedi gün sonra bir iyileşme görüldüğü rapor edilmiştir. Ayrıca, vitamin D3 grubunun TBI sonrası 3 ay içinde daha yüksek bir Glasgow Outcome Scale-Extended (GOS-E) skoru elde ettiği bulunmuştur. Çalışmada vitamin D eksikliğinin, TBI hastalarının uzun dönem sonuçları ve bilişsel performansı üzerinde olumsuz etkileri olabileceğini göstermektedir.
Çalışmada, tek merkezli tasarımın önemli bir sınırlama olduğu belirtilmiştir. Yüksek dozda vitamin D3’in TBI’nin akut evresinde iltihap belirteçlerini etkili bir şekilde azaltabileceği ve bilinç seviyesini ve uzun dönem performans sonuçlarını olumlu yönde etkileyebileceği sonucuna varılmıştır. Bu bulguları desteklemek için çok merkezli tasarımlarla ek araştırmalara ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Rezektabl Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Seçilmiş Eyleme Geçirilebilir Genomik Değişikliklerin Neoadjuvan İmmünoterapinin Etkinliği Üzerindeki Etkisi
Rezektabl Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Seçilmiş Eyleme Geçirilebilir Genomik Değişikliklerin Neoadjuvan İmmünoterapinin Etkinliği Üzerindeki Etkisi
Neoadjuvan immünoterapiden (ICI) sonra seçilmiş tümör moleküler değişikliklerinin, rezektabl NSCLC (küçük hücreli dışı akciğer kanseri) hastalarında tümör regresyon süresine (TF) etkisini retrospektif olarak değerlendirildi. Elde edilen bulgularda seçilmiş antijenik değişiklikler (AGA) taşıyan tümörlere sahip hastaların, neoadjuvan ICI (kemoterapi tasarrufu) tedavisinden sonra daha fazla median viable tümör kalıntısına sahip olduğunu gösterdi. AGA grubundaki hastaların TF’ye ulaşma sürelerinin, AGA taşımayan hastalara göre daha kısa olduğunu göstermektedir. Sonuçlar, rezektabl NSCLC hastalarında tümör moleküler profillemenin önemini vurgulamış ve tedavi kararlarını yönlendirmek için kritik bir rol oynadığını ortaya koymaktadır.
Bulgular, neoadjuvan ICI tedavisinin tüm hastalar için en etkili tedavi yöntemi olmayabileceğini göstermektedir. TF’lerin çoğu, EGFR, RET, KRAS G12C ve ALK gibi işleme yönelik tümör değişiklikleri olan hastalar tarafından yönlendirilmiştir. Bu durum, neoadjuvan tedavi öncesinde tümör moleküler testlerinin yapılmasının ve uygun hedefe yönelik tedavi stratejilerinin uygulanmasının önemini vurgulamaktadır. Daha önce yapılan çalışmalarda, EGFR mutasyonları ve ALK füzyonları gibi belirli sürücü değişikliklerine sahip tümörlerin immünoterapide zayıf yanıt gösterdiği belirtilmiştir.
Neoadjuvan tedavi alanında, hedefe yönelik tedavi ile kemoterapinin birleştirilmesi veya yalnızca kemoterapinin değerlendirilmesi gibi çeşitli çalışmalar devam etmektedir. Gelecek çalışmalarda, immünoterapinin ve hedefe yönelik tedavinin perioperatif aşamada ne zaman ve nasıl kullanılacağı daha ayrıntılı olarak tanımlanmalıdır. Çalışmamızın sınırlamaları arasında tüm hastaların tümör moleküler profillemesinin yapılmamış olması ve tek merkezli bir deneyimle sınırlı olması yer almaktadır. Bu nedenle, bulgularımızın güvenilirliğini ve genelleştirilebilirliğini artırmak için daha büyük kohortlarda ek doğrulama gerekmektedir. Sonuç olarak, rezektabl NSCLC hastaları için neoadjuvan immünoterapinin ardından uygun tedavi stratejileri belirlenirken moleküler profil bilgilendirmesinin dikkate alınması önemlidir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Sporcularda Kortizol, Testosteron, Laktik Asit ve Anaerobik Performans Düzeylerinin Çeşitli Kahve Türleri Kullanılarak Belirlenmesi
Sporcularda Kortizol, Testosteron, Laktik Asit ve Anaerobik Performans Düzeylerinin Çeşitli Kahve Türleri Kullanılarak Belirlenmesi
Çalışma, farklı kafein tüketim biçimlerinin futbolcularda kortizol ve testosteron seviyeleri ile anaerobik performans üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Sonuçlar, kafeinli kahvenin (CK), testosteron seviyelerini artırmada ve güç metriklerini iyileştirmede en etkili form olduğunu göstermiştir. Aksine PM formunun ise diğerlerine kıyasla belirgin şekilde daha düşük kortizol seviyeleri sergilediğini ortaya koymuştur. Özellikle, DK, CK ve PC formları arasında kortizol artışı açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır; bu da kafein emilim oranlarının ve biyoyararlanımının önemini vurgulamaktadır. Bulgular, kafeinin etkilerinin karmaşıklığını ortaya koymakta ve atletik performansı etkilemede kafein biçiminin öneminin değiştiğini göstermektedir.
Literatür, kafeinin etkilerinde bireysel farklılıkların genetik ve metabolizma gibi faktörlerle etkilendiğini önermektedir. Bu faktörler, kafeinin jel, kapsül veya içecek gibi formuna bağlı olarak emilim oranını değiştirebilir. Çalışma, kafeinin biyoyararlanımının ve farmakokinetiğinin değiştiğini doğrulamıştır. Belirli formların ise farklı hormonal ve performans sonuçlarına yol açtığını göstermiştir. Önceki araştırmalar, kafeinin kas gücünü ve performansı artırabileceğini belirtmiştir. Ancak sonuçların bireyler ve formlar arasında önemli ölçüde değişebileceğini vurgulamıştır. Çalışmanın testosteron ve kortizol seviyeleri ile ilgili gözlemleri mevcut literatürle uyumlu olup, kafeinin spor performansındaki rolünü, özellikle anaerobik kapasiteyi artırma ve yorgunluğu azaltma açısından pekiştirmiştir.
Sonuç olarak araştırmada kafein formunun kortizol ve testosteron seviyelerini, laktik asit üretimini ve anaerobik performansı önemli ölçüde etkilediğini göstermiştir. Bulgular testosteron ve güç çıkışını artırmada kafeinli kahvenin üstünlüğünü vurgularken, kortizol seviyelerinin ise tüketilen kafein türünden daha az etkilendiğini belirtmiştir. Çalışma atletik performans için kafeinin formu ve dozunun optimize edilmesine yönelik daha fazla araştırma yapılmasını, bireysel farklılıklar ve genetik değişkenliklerin dikkate alınmasını önermektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Evre III-IV Periodontitis Hastalarında Ek Antibiyotiklerin Klinik Sonuçlar Üzerindeki Nedensel Etkisinde Oral Mikrobiyotanın Rolü
Evre III-IV Periodontitis Hastalarında Ek Antibiyotiklerin Klinik Sonuçlar Üzerindeki Nedensel Etkisinde Oral Mikrobiyotanın Rolü
Microbiome dergisinde yayımlanan bir çalışmada, ağız mikrobiyotasının evre III-IV periodontitis tedavisinde ek antibiyotiklerin etkinliğiyle ilişkisi araştırılmıştır. Araştırma, sistemik antibiyotik tedavisi, özellikle Amoksisilin ve Metronidazol ile tedavi sonrasında klinik sonuçları etkileyen ağız mikrobiyomunun bileşiminin önemli rolünü vurgulamaktadır. Hem sağlıklı bireylerden hem de periodontitis hastalarından alınan alt diş eti plağı örneklerini analiz ederek, sağlıklı (normobiotik) ve hastalıklı (dizbiyotik) durumlarla ilişkili farklı mikrobiyal topluluklar tanımlanmıştır. Normobiotik bir mikrobiyoma geçişin, klinik parametrelerde iyileşme ile ilişkilendirildiği gösterilmiştir.
Araştırmacılar, konu modelleme ve nedensel çıkarım teknikleri gibi ileri istatistiksel yöntemler kullanarak, dizbiyotik durumların sürekli olarak daha kötü klinik sonuçlarla bağlantılı olduğunu bulmuşlardır; örneğin, artan prob derinliği ve kanama gibi durumlar. Tedavi yanıtı desenlerinin hastalar arasında değişkenlik gösterdiği, bazı hastaların normobiotik bir duruma sürdürülebilir geçiş sağlarken, diğerlerinin daha az olumlu yanıt aldığı belirtilmiştir. Ayrıca, sigara içme ve yaş gibi faktörler, tedavi sonuçlarının etkileyici belirleyicileri olarak tanımlanmıştır; bu da periodontal tedaviye bireysel yanıtların karmaşıklığını vurgulamaktadır.
Bu bulgular, mikrobiyom hedefli müdahalelerin, periodontitis gibi kronik iltihabi durumların tedavi etkinliğini artırma potansiyelini öne çıkarmaktadır. Bireysel mikrobiyom profillerinin anlaşılmasının önemini vurgulayarak, çalışmanın periodontal bakımda klinik sonuçları iyileştirebilecek kişiselleştirilmiş tedavi stratejilerine zemin hazırladığı görülmektedir. Gelecek araştırmalar, ağız sağlığında dizbiyozisin daha geniş etkilerini ve sistemik sağlık koşullarıyla olası bağlantılarını keşfetmek için teşvik edilmektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Tip 2 Diyabet ve Yüksek Derecede İnsülin Direnci Olan Bireylerde Mikrobiyota Transplantasyonu
Tip 2 Diyabet ve Yüksek Derecede İnsülin Direnci Olan Bireylerde Mikrobiyota Transplantasyonu
Çalışma, yüksek insülin direnci gösteren Tip 2 diyabetli bireyler üzerinde dışkı mikrobiyota transplantasyonunun (FMT) etkilerini araştırmaktadır. Araştırma, giriş, metodoloji, sonuçlar, tartışma ve sonuçlar gibi çeşitli bölümlerden oluşmakta ve FMT’nin metabolik bozukluklar için terapötik bir müdahale olarak potansiyelini vurgulamaktadır. Makalede, bağırsak mikrobiyotasının metabolik sağlıkla ilişkisini keşfeden birçok çalışma referans alınmakta ve mikrobiyotanın diyabet gibi hastalardaki rolüne dair gelişen anlayışa dikkat çekilmektedir.
Çalışmanın sonuçları, 12 haftalık bir süre zarfında ağırlık, bel çevresi, vücut kütle indeksi (VKİ), kan basıncı, açlık glikozu ve HbA1c seviyeleri gibi çeşitli metabolik parametreleri göstermektedir. Bulgular, bazı parametrelerin iyileşme gösterdiğini, diğerlerinin ise FMT, probiyotikler veya plasebo tedavisi alan gruplar arasında anlamlı değişiklikler göstermediğini ortaya koymaktadır. Özellikle, çalışma, FMT’ye verilen metabolik tepkilerin karmaşıklığını vurgulamakta ve temel mekanizmaları aydınlatmak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir.
Sonuç olarak, araştırma FMT’nin Tip 2 diyabet ve insülin direncini yönetmedeki potansiyel faydalarını vurgularken, bireysel tepkilerdeki değişkenliği de kabul etmektedir. Yazarlar, FMT’nin metabolik hastalardaki etkinliğini ve optimal uygulamasını daha iyi anlamak için daha kapsamlı çalışmalar yapılması çağrısında bulunmaktadır. Bu makale, bağırsak mikrobiyotasını manipüle etmenin metabolik sağlığı iyileştirmedeki terapötik olanakları üzerine daha geniş bir tartışmanın parçasıdır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Obez Yetişkinlerde Kilo Kaybı ve Metabolik Sonuçlar Açlığın Sürekli Kalori Kısıtlamasına Üstünlüğü Var mı?
Obez Yetişkinlerde Kilo Kaybı ve Metabolik Sonuçlar Açlığın Sürekli Kalori Kısıtlamasına Üstünlüğü Var mı? Randomize Klinik Çalışmaların Sistematik İncelemesi ve Meta-Analizi
Bu sistematik inceleme ve meta-analiz, obez yetişkinlerde kilo kaybını teşvik etme ve metabolik sağlığı iyileştirme konusunda aralıklı oruç ile sürekli kalori kısıtlamasının etkinliğini incelemektedir. Çalışma, kapsamlı bir arama stratejisi, tanımlı dahil etme ve hariç tutma kriterleri ve dahil edilen randomize klinik deneylerdeki yanlılıkların titiz bir değerlendirmesini içermektedir. Değerlendirilen sonuçlar arasında vücut ağırlığı, vücut kompozisyonu, kan basıncı, lipid profilleri ve glikoz metabolizması yer almaktadır.
Analizden elde edilen sonuçlar, oruç stratejilerinin vücut ağırlığı ve vücut kompozisyonu üzerinde sürekli kalori kısıtlamasıyla karşılaştırılabilir etkiler gösterdiğini belirtmiştir. Oruç, açlık insülin düzeyleri ve HOMA-IR gibi kısa vadeli metabolik belirteçlerde bazı faydalar sağlasa da, vücut yağ kütlesi, bel çevresi ve kan basıncı gibi uzun vadeli sonuçlardaki genel farklar minimal düzeydedir. Çalışma, kilo kaybı veya metabolik sağlığı iyileştirme açısından oruç uygulamasının sürekli kalori kısıtlamasından belirgin bir üstünlük göstermediğini bulmuştur.
Sonuç olarak, hem oruç hem de sürekli kalori kısıtlaması, obez yetişkinlerde kilo yönetimi ve metabolik sağlık için etkili stratejiler olabilir. Ancak, bu yaklaşımlar arasındaki seçim, bireysel tercihler ve uyum gibi faktörlere bağlı olabilir, çünkü her iki yöntem de benzer sonuçlar vermektedir. Bulgular, obezite ve ilişkili metabolik bozuklukların ele alınmasında kişiselleştirilmiş diyet müdahalelerinin önemini vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Kalp Yetmezliğinde Koenzim Q10'un Etkinliği ve Güvenilirliği
Kalp Yetmezliğinde Koenzim Q10’un Etkinliği ve Güvenilirliği: Randomize Kontrollü Çalışmaların Meta-Analizi
Sistematik inceleme ve meta-analiz, obez yetişkinlerde kilo kaybı ve metabolik sağlık için oruç temelli stratejilerin (OTS) ve sürekli kalori kısıtlamasının (KKK) etkinliğini karşılaştırmayı amaçlamıştır. 342 makale tarandıktan sonra, araştırmacılar toplamda 623 katılımcıyla 10 randomize kontrollü deneyi dahil etmiştir. Hem OTS hem de KKK, altı aylık süre sonunda 5.5 ile 6.5 kg arasında kilo kaybı sağlamıştır. OTS, KKK’ya kıyasla vücut ağırlığı ve yağ kütlesinde hafif daha fazla kısa vadeli azalma göstermiştir, ancak bu farklar klinik olarak anlamlı olmamıştır.
Her iki müdahalenin de ince kütle, bel ve kalça çevresi, kan basıncı, lipid profilleri ve glikoz metabolizması üzerinde benzer etkileri olduğu gözlemlenmiş, ancak OTS’nin insülin duyarlılığını daha etkili bir şekilde iyileştirdiği bulunmuştur. Bu, açlık insülin ve HOMA-IR düzeylerinde önemli azalmalarla kanıtlanmıştır. Bu kısa vadeli avantajlara rağmen, OTS uzun vadeli sonuçlar açısından KKK’dan üstün olmadığını göstermiştir.
Yazarlar, hem oruç hem de sürekli kalori kısıtlamasının obez popülasyonlarda kilo yönetimi için etkili stratejiler olduğunu sonucuna varmışlardır. Ancak, bu demografide oruç temelli müdahalelerin uzun vadeli klinik önemini daha iyi anlamak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu vurgulamışlardır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Ticari Enerji İçeceği Tüketiminin Egzersiz Performansı Ve Kardiyovasküler Güvenlik Üzerindeki Akut Etkileri
Ticari Enerji İçeceği Tüketiminin Egzersiz Performansı Ve Kardiyovasküler Güvenlik Üzerindeki Akut Etkileri: Randomize, Çift Kör, Plasebo Kontrollü, Çapraz Tasarımlı Bir Çalışma
Bu çalışma, randomize, çift kör, plasebo kontrollü bir tasarım kullanarak, şeker içermeyen kafeinli bir enerji içeceğinin (C4E) ve yüksek şeker içeren kafeinli bir enerji içeceğinin (MED) egzersiz performansı, bacak kan akışı ve kardiyovasküler güvenlik üzerindeki anlık etkilerini incelemiştir. Çalışmada, MED’in solunum değişim oranını (RER) artırdığı ve plaseboya (PLA) kıyasla maksimum yağ oksidasyonunu (MFO) azalttığı ancak egzersiz performansını iyileştirmediği bulunmuştur. Buna karşılık, C4E’nin RER veya MFO üzerinde bir etkisi olmamış ancak plaseboya göre impulsta %9,9 artış sağlayarak sub-maksimal bir yorgunluk testinde performansı önemli ölçüde iyileştirmiştir. Hiçbir enerji içeceği, istirahat halinde veya egzersiz sonrasında bacak kan akışını etkilememiştir. Hem C4E hem de MED, istirahat halinde ve egzersiz sonrası kan basıncı ve kalp atış hızını artırırken, C4E, egzersiz sonrasında sistolik kan basıncını daha belirgin şekilde artırmıştır. QTc aralığı gibi diğer kardiyovasküler parametrelerde anlamlı bir etki gözlenmemiştir.
Egzersiz performansı incelendiğinde, C4E ve MED’in yorgunluğa kadar yapılan kademeli egzersiz testlerinde (GXT) maksimum kalp hızı veya maksimum güç gibi sonuçları etkilemediği, önceki çalışmalarla uyumlu olarak bulunmuştur. Ancak, C4E’nin sub-maksimal bacak egzersizlerinde impulsta benzersiz bir artış sağlayarak iş kapasitesini artırdığı görülmüştür. Bu iyileşme, yakıt kullanımına bağlı metabolik süreçleri bozmadan gerçekleşmiştir. Çalışma, MED’in yüksek şeker içeriğinin karbonhidrat kullanımını artırarak metabolik etkilerini muhtemelen etkilediğini ve C4E ve PLA’ya göre daha yüksek RER değerleriyle doğrulandığını, ancak bu değişimlerin egzersiz performansı göstergelerine yansımadığını belirtmiştir. Bu bulgular, yarı açlık durumunda şeker içermeyen C4E’nin direnç egzersizi performansını artırmada tercih edilebilir olduğunu, yüksek şeker içeren MED’in ise metabolizmayı karbonhidratlara yönlendirdiğini ancak belirgin bir performans faydası sağlamadığını göstermektedir.
Kardiyovasküler güvenlik açısından, C4E ve MED’in her ikisi de egzersiz sırasında ve sonrasında sistolik kan basıncı, kalp hızı ve double product değerlerini artırmış, ancak ciddi kardiyovasküler rahatsızlıklara neden olmamıştır. MED tüketimi, kalpte elektrik iletimini ölçen bir parametre olan QRS aralık uzunluğunu C4E’ye göre artırmış ancak her iki enerji içeceği de ventriküler repolarizasyon veya kardiyak güvenlikle bağlantılı EKG özelliklerini etkilememiştir. Araştırmacılar, çalışmanın kafein metabolizması üzerindeki hormonal etkiler nedeniyle kadınların dışlanması gibi sınırlamalarını ve kronik enerji içeceği tüketiminin etkilerini araştırma ihtiyacını kabul etmiştir. Sonuç olarak, C4E’nin yarı açlıkta yapılan direnç egzersizlerinde yorgunluk direncini ve impulsu iyileştirdiği, ancak kardiyovasküler ve metabolik sağlık üzerindeki uzun vadeli etkilerinin daha fazla araştırılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Depresif Bozuklukta İntihar Düşüncesi, İntihar Girişimleri Ve İntihar Ölümünün Klinik Belirleyicileri
Depresif Bozuklukta İntihar Düşüncesi, İntihar Girişimleri Ve İntihar Ölümünün Klinik Belirleyicileri: Sistematik Bir Derleme Ve Meta-Analiz
Bu sistematik derleme ve meta-analiz, depresif bozuklukları olan yetişkinlerde intihar düşüncesi, girişimleri ve ölümünün klinik belirleyicilerini tanımlamayı amaçlamaktadır. 19 çalışmanın bulgularını sentezleyerek 22 belirleyiciyi analiz eden araştırma, depresif semptomların çeşitli yönlerine, klinik seyir ve tanı alt türlerine odaklanmıştır. Anahtar belirleyiciler arasında daha önce intihar girişimi veya düşüncesi geçmişi, ağır depresyon, umutsuzluk, psikotik semptomlar, uyku bozuklukları, uzun süren iyileşme süreci ve ileri yaşta tanı konulması yer almaktadır. Bu bulgular, intihar riski konusunda tek bir belirleyiciye dayanmak yerine depresif özelliklerin geniş bir yelpazesinin değerlendirilmesinin önemini vurgulamaktadır.
Sonuçlar, umutsuzluğun intihar düşüncesi için güçlü, intihar girişimleri için ise daha düşük ölçüde bir belirleyici olduğunu ortaya koymuş, ancak çalışmalar arasındaki bulgular tutarsız bulunmuştur. Ek olarak, önceki intihar davranışları gelecekteki intihar girişimleri ve ölüm için önemli bir gösterge olarak öne çıkarken, yalnızca intihar düşüncesi ile anlamlı bir bağlantı göstermemiştir. İntihar düşüncesinin kendisi, özellikle şiddeti, daha sonraki intihar davranışları için öngörücü bir unsur olarak bulunmuş olsa da, öngörü yeteneği klinik ortamlara göre değişkenlik göstermiştir. Depresyonun şiddeti, intihar girişimleri ve intihar ölümüne ilişkin bir bağlantı gösterse de, intihar düşüncesi ile olan ilişkisi daha fazla araştırmaya ihtiyaç duymaktadır. Bu örüntüler, intihar riskini değerlendirirken düşünce yoğunluğu, depresyon şiddeti ve çeşitli psikiyatrik semptomların zaman içindeki gelişiminin incelenmesi gerektiğini işaret etmektedir.
Bu derleme, örneklem kaynakları, depresif tanılar, takip süreleri ve sonuç ölçütlerindeki yüksek heterojenlik gibi bulguların genelleştirilebilirliğini sınırlayan temel kısıtlamalara dikkat çekmiştir. Özellikle, intihar davranışları öncesinde sıkça başvurulan bir alan olan birinci basamak sağlık hizmetlerinde daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunun altını çizmiştir. Gelecekteki çalışmalar, intihar düşüncesinin dalgalanan doğasını yakalamak ve farklı depresif alt türler ve klinik durumlar arasında belirleyicileri değerlendirmek için gelişmiş istatistiksel yöntemler kullanmalıdır. Genel olarak bu derleme, depresyonun çeşitli klinik özelliklerine yönelik çok yönlü intiharı önleme stratejilerinin önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Uykusuzluk Sonrası Kafein Alımı İyileştirici Uykuyu Etkiler
Uykusuzluk Sonrası Kafein Alımı İyileştirici Uykuyu Etkiler
Bu çalışma, orta düzeyde kafein alımının bir uyku yoksunluğu döneminin ardından toparlanma uykusunu nasıl etkilediğini incelemektedir. Katılımcılar, 38 saat uyanık kaldıktan sonra, yatmadan yaklaşık 6,5 saat önce yaklaşık 350 mg kafein tüketmiş, bu da toplam uyku süresinde azalmaya, N3 uyku evresi süresinde düşüşe ve uyku kalitesinde bozulmaya yol açmıştır. Düzenli olarak yüksek miktarda kafein tüketenlerin uyku kaliteleri daha da bozulmuş; uykuya daldıktan sonra daha uzun süre uyanık kalma (WASO) ve daha sık uyanma gibi etkiler görülmüştür. Bulgular, alışkanlık haline gelen kafein kullanımının uyku yoksunluğunun ardından uyku ile tam olarak toparlanma yeteneğini olumsuz etkilediğini, uyku yapısında artan parçalanma, dengesizlik ve azalmış NREM delta gücü gibi belirgin etkiler bıraktığını göstermektedir; bu durum daha yüzeysel yavaş dalga uykusunu işaret etmektedir.
Önceki araştırmalarla yapılan karşılaştırmalı analiz, kafeinin uyku toparlanması üzerindeki etkisinin, kafein alımının zamanlaması ve dozu, uyku toparlanma türü (gündüz veya gece uykusu) ve bireyin düzenli kafein kullanımı gibi faktörlere bağlı olarak değiştiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, bazı çalışmalar geciktirilmiş kafein tüketiminin uyku yapısında büyük bir etki yaratmadığını gözlemlerken, bu çalışma, kafeinin yatmadan daha yakın bir zamanda alındığında, 21:00 – 07:00 gibi tutarlı uyku fırsatı sağlanan kontrollü bir ortamda bile, önemli değişikliklere yol açtığını göstermiştir. Bu çalışmanın sonuçları, kafeinin gündüz toparlanma uykusunu bozduğu önceki araştırmalarla uyumlu olup, daha uzun süreli uyanıklık durumunda (örneğin 64 saat) etkisinin daha az belirgin olduğu çalışmalardan farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar, uyku toparlanmasının etkinliğinin, kafein alımının zamanlaması ve günlük tüketim alışkanlıklarını dengelemeye bağlı olduğunu vurgulamaktadır; bu durum özellikle uyanıklığı korumak için kafeine bağımlı olan gece vardiyası çalışanları için önemlidir.
Çalışma, kafeinin uyku toparlanmasına müdahale etmemesi için en az 8,8 saat önce tüketilmesi gerektiğini ve özellikle uzun süre uyanık kalmayı gerektirenler için günlük bir sınır önererek pratik önerilerle sona ermektedir. Yüksek miktarda kafein tüketen düzenli kafein kullanıcıları, toparlanma uykusunda daha uzun ve sık uyanmalar yaşayarak dinlenme kalitesini azaltabilir ve muhtemelen sonraki bilişsel performanslarını etkileyebilirler. Gelecek araştırmalar, toparlanma uykusunun ardından performans ölçümlerini içermeli, kafeinin uyanıklık ve bilişsel işlevler üzerindeki etkilerini daha iyi anlamak amacıyla daha geniş katılımcı gruplarıyla yapılacak çalışmalara yer vermelidir. Bu tür çalışmalar, kafein tüketiminin uyku özellikleri üzerindeki etkisini daha kapsamlı bir şekilde değerlendirecektir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Antipsikotik Tedavinin Şizofrenide Kardiyo-Beyin-Damar İle İlişkili Mortalite Üzerindeki Etkileri
Antipsikotik Tedavinin Şizofrenide Kardiyo-Beyin-Damar İle İlişkili Mortalite Üzerindeki Etkileri: Moderatörlerin Meta-Regresyonu İle Yapılan Bir Sistematik İnceleme Ve Meta-Analizin Alt Analizi
53 çalışmayı kapsayan ve 2.5 milyondan fazla şizofreni hastasını içeren meta-analiz, antipsikotik tedavinin kardiyo-serebrovasküler mortalite üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçlamıştır. Bulgular, birinci nesil antipsikotiklerin (FGA’lar) yeni tanı konan vakalarda artan mortalite riski ile ilişkilendirildiğini, ikinci nesil antipsikotiklerin (SGA’lar) ve klozapin tedavisinin ise yerleşik şizofreni vakalarında koruyucu bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymuştur. Analiz ayrıca, daha uzun takip süreleri, daha güncel çalışma yılları ve daha yüksek kaliteli çalışmaların mortalite oranlarının düşmesiyle ilişkilendirildiğini önermiştir. Bu, tedavi protokollerinin ve bakım kılavuzlarına uyumun hasta sonuçlarını önemli ölçüde etkileyebileceğini göstermektedir.
Yeni tanı konmuş şizofreni hastalarında FGA kullanımı, otonom disfonksiyon ve uzamış QT aralıkları gibi faktörler nedeniyle artmış kardiyo-serebrovasküler mortalite riski ile ilişkilendirilmiştir; bu da ani kalp ölümlerine karşı hassasiyeti artırmaktadır. Ayrıca, diyabet veya obezite gibi komorbid durumları olan bireyler, antipsikotik kaynaklı metabolik sendrom nedeniyle daha fazla risk altındadır. Çalışma, yeni tanı konmuş hastalarda erken müdahale ve sağlık hizmeti sağlayıcılarıyla etkileşimin eksik olabileceğini vurgulayarak, bunun daha yüksek tedavi bırakma oranlarına ve daha kötü sağlık sonuçlarına yol açabileceğini belirtmiştir.
Öte yandan, yerleşik vakalarda, analiz SGA’lar ve klozapin tedavisinin daha düşük kardiyo-serebrovasküler mortaliteye katkıda bulunabileceğini, muhtemelen hastaların tıbbi tedavilere uyumunun artması ve komorbiditelerin daha iyi izlenmesi nedeniyle olabileceğini göstermiştir. Çalışma, özellikle klozapin kullanan hastalar için multidisipliner bakımın ve düzenli takiplerin önemini vurgulamıştır; bu, ilişkili sağlık koşullarının daha iyi yönetimini kolaylaştırabilir. Genel olarak, araştırma, tedavi stratejilerini geliştirmek ve şizofreni hastalarına etkili bakım sağlamak için devam eden çalışmalara ihtiyaç olduğunu vurgulamakta ve antipsikotik tedavilerle ilişkili risklerin azaltılmasını ve uzun vadeli sağlık sonuçlarının iyileştirilmesini hedeflemektedir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay