1 Temmuz 2024/"Nota"
TIP DÜNYASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Kronik Migrenin Önleyici Tedavisi İçin Akupunktur Artı Topiramat Plaseboya Karşı Topiramat Artı Sahte Akupunktur
Kronik Migrenin Önleyici Tedavisi İçin Akupunktur Artı Topiramat Plaseboya Karşı Topiramat Artı Sahte Akupunktur: Tek Kör, Çift Kukla, Randomize Kontrollü Bir Çalışma
Akupunkturun topiramata göre migren tedavisinde daha etkili olduğu gösterilmiştir. Araştırma; tek merkezli, tek kör, çift kör ve aktif kontrollü randomize kontrollü bir çalışma olarak gerçekleştirilmiştir. 1-12. haftalar arasında akupunktur, ortalama aylık migren günlerinde (MMD) daha fazla azalma sağlamıştır. İlk dört hafta içinde pozitif bir yanıt görülmüş ve bu etki tedavi sonrası 12 hafta boyunca devam etmiştir. Ayrıca akupunktur, engellilik ve yaşam kalitesinde de klinik olarak anlamlı iyileşmeler sağlamıştır. Yan etkiler açısından akupunktur, topiramata göre daha az yan etki göstermiştir.
Topiramat kronik migrenin önlenmesinde geniş çapta önerilir ancak bu çalışmada topiramatın %50 yanıt oranı, diğer plasebo kontrollü çalışmalardan daha düşük bulunmuştur. Bu düşük yanıt oranı, topiramat grubundaki hastaların %43.3’ünün önleyici tedavide başarısızlık geçmişine sahip olmasından kaynaklanabilir. Akupunktur grubunda, ortalama MMD değişimi 5.6 gün olarak bulunmuştur. Bu sonuçlar epizodik migren için yapılan akupunktur çalışmalarındaki bulgularla uyumludur. Çalışma akupunkturun kronik migren tedavisinde de etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışma, akupunkturun migren önleyici tedavide etkili ve iyi tolere edilebilen bir seçenek olduğunu vurgulamaktadır.
Çalışmanın çift kör tasarımı, plasebo etkisini minimize ederken katılımcı uyumunu artırmıştır. 24 haftalık değerlendirme, akupunkturun uzun vadeli etkinliğine dair bilgiler sunmaktadır. Çalışmanın multidimensional değerlendirmeleri; engellilik, yaşam kalitesi ve psikolojik profiller açısından kapsamlı veri sağlamaktadır. Çalışmanın tek merkezli olması genellenebilirliğini sınırlamaktadır. Örneklem büyüklüğü nispeten küçük olmasına rağmen sonuçlar istatistiksel olarak güçlüdür. Önleyici tedavide başarısızlık geçmişine sahip hastaların dahil edilmesi, bulguların genellenebilirliğini sınırlayabilir. Yalancı akupunktur uygulaması, fizyolojik etkiler ve hasta-akupunkturcu etkileşimleri açısından belirsizlikler yaratabilir. Bununla birlikte akupunkturcuların körleştirilememesi, çalışmanın bir diğer sınırlamasıdır. Gerçek akupunktur baş bölgesinde uygulanırken, topiramat grubunda etkisiz noktalar kullanılmıştır. Son olarak, MOH (aşırı ilaç kullanımı baş ağrısı) olan kronik migren hastalarının düşük oranı nedeniyle, bu alt grupta akupunkturun etkinliği belirsizdir. Daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
DNA Metilasyonu Ve İnme Prognozu: Epigenom Çapında Bir İlişki Çalışması
DNA Metilasyonu Ve İnme Prognozu: Epigenom Çapında Bir İlişki Çalışması
Bu çalışma akut faz sırasında ölçülen tam kan DNA metilasyonunun (DNAm), inme başlangıcından 3 ay sonra fonksiyonel durumu nasıl etkilediğini araştıran ilk çalışmadır. İki aşamalı bu araştırma, CpG cg24391982 (THBS2) bölgesinde hipometilasyonun kötü inme sonucu ile ilişkili olduğunu göstermiştir. ZFP57, ALOX12, ABI3 ve ALLC genlerine anotlanmış çeşitli farklı metilasyon bölgeleri (DMR) de tanımlanmıştır.
Çalışmanın en önemli bulgusu, THBS2 genindeki metilasyonun inme sonucu ile ilişkili olmasıdır. THBS2, anjiyogenez inhibitörleri olan trombospondin ailesinin bir üyesidir ve bu proteinin inme hastalarında kontrol grubuna göre arttığı bulunmuştur. Kötü inme sonucu olan hastalarda daha düşük metilasyon seviyeleri ve daha yüksek THBS2 ekspresyonu gözlemlenmiştir. Gen ekspresyonu verileri sınırlı bir katılımcı grubuyla sınırlıdır.
ALOX12 genine anotlanmış bir metilasyon bölgesi de inme sonucu ile ilişkilendirilmiştir. ALOX12, hem pro- hem de anti-aterojenik süreçlerde yer alan bir lipoksigenaz enzimidir ve karotis intima medya kalınlığı ile ilişkilendirilmiştir.
ZFP57, ALLC ve ABI3 genlerine anotlanmış ek DMR’ler de bulunmuştur ve bu genlerin hepsi Alzheimer hastalığı ile ilişkilendirilmiştir. Bu metilasyon bölgeleri, bilişsel işlevdeki düşüş yoluyla daha kötü inme sonucuna katkıda bulunabilir.
THBS2 geninde metilasyon, inme başlangıcından 3 ay sonra kötü inme sonucu ile ilişkilidir. Ayrıca, aterogenez ve bilişsel bozukluk ile ilişkili genlere anotlanmış dört DMR tespit edilmiştir. Bu bulgular, DNAm ile inme sonucu arasındaki ilişkiyi önermekte ve yeni inme iyileşme mekanizmalarını belirlemeye yardımcı olabileceğini göstermektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Kanser Hastalarında Venöz Tromboembolizm Olaylarının Nüksetmesinin Önlenmesinde Rivaroksabanın Enoksaparine Karşı Etkinliği ve Güvenliği
Kanser Hastalarında Venöz Tromboembolizm Olaylarının Nüksetmesinin Önlenmesinde Rivaroksabanın Enoksaparine Karşı Etkinliği ve Güvenliği: Bir Meta-Analiz
Bu çalışma, seçilmiş önemli sayıda hastayı bir araya getirerek, rivaroksabanın kanser hastalarında tekrarlayan venöz tromboemboliyi (VTE) önlemede enoksaparin ile karşılaştırılabilir güvenlik ve etkinlik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Rivaroksaban, bu hastalar için geçerli bir alternatif olarak tanımlanmıştır. Çalışmada daha büyük bir örneklem kullanılarak, önceki sınırlı popülasyonlara göre daha doğru bir şekilde temsil edilmiştir.
Literatür, çoğunlukla rivaroksaban ile enoksaparini karşılaştırmakta ve diğer antikoagülanlarla ilgili veriler bu analize dahil edilmemektedir. VTE, kanser hastalarında yüksek morbidite ve mortalite riski taşır. Rivaroksaban, VTE görülme sıklığında azalma göstermiş ancak bu sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır.
Düşük molekül ağırlıklı heparin (LMWH), kanserle ilişkili VTE tedavisinde tercih edilen antikoagülandır. DOAC’lerin kullanımı ilaç etkileşimleri ve renal bozukluklar nedeniyle sınırlıdır. ASCO kılavuzları, yüksek riskli kanser hastalarında profilaksiyi önermekte ve uzun süreli antikoagülasyon için LMWH, edoksaban ve rivaroksabanı tercih etmektedir.
Meta-analiz, rivaroksabanın VTE yönetiminde enoksaparine göre uygulanabilir ve güvenli bir alternatif olduğunu göstermektedir.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Brokoli Tüketimi ve Kanser Riski
Brokoli Tüketimi ve Kanser Riski: Gözlemsel Çalışmaların Güncellenmiş Sistematik Bir İncelemesi ve Meta-Analizi
Brokoli tüketimi ile çeşitli kanser türleri arasındaki ilişkiyi değerlendiren ilk çalışmadır bu makale. Sonuçlar, brokoli tüketiminin artmasının, kanser riskini azalttığını göstermektedir ancak mevcut kanıtların kesinliği konusunda belirsizlikler vardır. Daha fazla kohort çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Vaka-kontrol çalışmalarında yüksek brokoli tüketiminin akciğer, üreme, pankreas, mide ve mesane kanserleri ile ters orantılı olduğu görülmüştür. Kohort çalışmalarında da benzer sonuçlar elde edilmiştir ancak kolon ve üreme sistemi kanserleri için bu etkinin net olmadığı görülmüştür.
Brokoli tüketiminin kanser riskini azaltmadaki olası olumlu etkisi, brokolinin içerdiği izotiyosiyanatlar ve özellikle sülforafan gibi biyolojik aktif bileşiklerin kanser önleyici özelliklerine bağlanmaktadır. Bu bileşikler karsinojenlerin detoksifikasyonu, oksidatif stresin azaltılması, hücre döngüsünün durdurulması, apoptozun teşviki ve epitel-mezenkimal geçişin düzenlenmesi gibi çeşitli biyolojik süreçlerde rol oynar.
Sonuçlar brokoli tüketiminin farklı kanser türleri üzerindeki koruyucu etkisini gösterse de, çalışmaların metodolojik farklılıkları ve heterojenlik dikkate alınmalıdır. Ayrıca, brokoli tüketiminin faydalı etkilerini daha iyi anlamak için daha fazla kohort çalışması gerekmektedir.
Bu çalışmanın güçlü yönleri arasında büyük örneklem büyüklüğü yer alır. Sınırlamaları arasında farklı çalışma metodolojileri ve heterojenlik bulunmaktadır. Genel olarak, brokoli tüketimi sağlıklı bir beslenme tercihi olarak kabul edilse de, warfarin kullanan bireyler ve tiroid problemleri olanlar gibi bazı grupların dikkatli olması gerekmektedir. Daha ayrıntılı sonuçlar için daha derinlemesine çalışmalara ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Şevval Kurnaz
Artemisininler LONP1-CYP11A1 Etkileşimine Aracılık Ederek Polikistik Over Sendromunu İyileştirir
Artemisininler LONP1-CYP11A1 Etkileşimine Aracılık Ederek Polikistik Over Sendromunu İyileştirir
Polikistik over sendromu (PCOS), üreme çağındaki kadınların %10-13’ünü etkileyen yaygın bir üreme endokrin bozukluğudur. Hiperandrojenemi, ovulatuvar disfonksiyon, polikistik over morfolojisi ve metabolik anormallikler ile karakterizedir. Bitkilerden elde edilen ve sıtma karşıtı özellikleriyle bilinen artemisininlerin, metabolik faydaları olduğu gösterilmiştir. Bu çalışma, artemisininlerin, kemirgen PCOS benzeri modellerde ve PCOS’lu insan hastalarda, testosteron seviyesi, östrus döngüsü ve polikistik over morfolojisi üzerindeki etkisini değerlendirerek terapötik potansiyelini araştırmıştır.
Artemisinin analoğu artemether, kemirgen PCOS benzeri modellerde hiperandrojenemi, düzensiz östrus döngüleri, polikistik over morfolojisi ve düşük doğurganlık gibi durumlarda önemli iyileşmeler göstermiştir. Artemisininler, over testosteron sentezini baskılayarak hiperandrojenemiyi inhibe etmiştir. Nispi kantitatif proteomik analizler, androjen sentezinin başlangıç adımını katalize eden enzim olan sitokrom P450 ailesi 11 alt ailesi A üyesi 1’in (CYP11A1), artemisininlerden en belirgin şekilde etkilenen protein olduğunu ortaya koymuştur. Daha ileri araştırmalar, artemisininlerin CYP11A1’in yıkımını indükleyerek over androjen sentezini inhibe ettiğini göstermiştir. Bu inhibitör etki, CYP11A1’in yokluğunda azalmıştır.
Yöntemsel olarak, artemisininler doğrudan lon peptidaz 1’i (LONP1) hedef almış, LONP1 ve CYP11A1 arasındaki etkileşimi artırmış ve LONP1-katalizli CYP11A1 yıkımını kolaylaştırmıştır. LONP1’in aşırı ekspresyonu, artemisininlerin androjen düşürücü etkisini tekrarlamıştır. Veriler, artemisinin uygulamasının PCOS tedavisinde umut verici bir yaklaşım olduğunu ve LONP1-CYP11A1 etkileşiminin hiperandrojenizm ve PCOS oluşumunu kontrol etmedeki kritik rolünü vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Tüm Vücut Direnç Antrenmanı, İyi Antrenmanlı Erkeklerde Bölünmüş Vücut Rutinine Göre Daha Fazla Yağ Kütlesi Kaybını Teşvik Eder
Tüm Vücut Direnç Antrenmanı, İyi Antrenmanlı Erkeklerde Bölünmüş Vücut Rutinine Göre Daha Fazla Yağ Kütlesi Kaybını Teşvik Eder: Randomize Bir Çalışma
Bu çalışma, iyi antrenmanlı erkeklerde tam vücut ve bölünmüş vücut direnç antrenmanı rutinlerini yağ kütlesi kaybı ve gecikmeli kas ağrısı (DOMS) açısından karşılaştırmıştır. Temel bulgulara göre, tam vücut rutini hem genel hem de bölgesel yağ kütlesi kaybında daha etkili ve daha düşük DOMS seviyeleri ile sonuçlanmıştır. Araştırmacılar, tam vücut rutininin etkinliğini daha yüksek enerji harcamasına ve gelişmiş yağ metabolizmasına bağlamaktadır. Bölünmüş vücut rutini ise daha yüksek DOMS seviyeleri nedeniyle egzersiz dışı fiziksel aktiviteyi azaltarak yağ kaybını engelleyebilir.
Çalışma, DOMS seviyelerinin toplam antrenman hacminden daha iyi bir yağ kütlesi kaybı göstergesi olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgular, ileri düzeyde antrenmanlı bireyler için antrenman rutinlerinin yağ kütlesi kaybını optimize etmek amacıyla nasıl kullanılabileceğine dair yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Çalışma, özellikle estetik fizyoloji performansı veya vücut geliştirme yarışmalarına odaklanan bireyler için önemlidir.
Araştırmacılar, çalışmanın küçük örneklem boyutu ve enerji harcaması ile fiziksel aktivite ölçümlerinin eksikliği gibi sınırlamalarını kabul etmişlerdir. Ancak, kontrollü ve randomize tasarım, antrenman değişkenleri ve diyetin dikkatli takibi, bulguların güvenilirliğini artırmıştır. Dual-enerji X-ışını absorpsiyometrisi (DXA) kullanımı da yağ kütlesi değişiminin değerlendirilmesinde hassasiyet sağlamıştır.
Sonuç olarak, bu çalışma tam vücut rutininin yağ kütlesi kaybını optimize etmek ve DOMS seviyelerini en aza indirmek isteyen iyi antrenmanlı erkekler için tercih edilebilir bir program olduğunu göstermiştir. Bu bulgular, güç ve kondisyon uzmanları için pratik öneriler sunmaktadır ve gelecekteki araştırmalar için yeni yollar açmaktadır.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Bir Babanın Beslenme Şekli Spermini Ve Oğullarının Sağlığını Etkiliyor
Bir Babanın Beslenme Şekli Spermini Ve Oğullarının Sağlığını Etkiliyor
Bu çalışma, babaların diyetlerinin sperm üzerinde izler bıraktığını ve bu izlerin oğullarının metabolizmasını etkilediğini göstermektedir. Fareler ve insanlar üzerinde yapılan araştırmalara göre, yüksek yağlı diyetle beslenen erkek farelerin spermlerinde bazı RNA türlerinin seviyeleri artmaktadır. Bu durum, bu farelerin erkek yavrularında glikoz intoleransı gibi metabolik sorunlara yol açmaktadır. Benzer şekilde, yüksek vücut kitle indeksine (BMI) sahip insan babaların oğullarında da benzer problemler görülmüştür.
Nature dergisinde 6 Haziran’da yayımlanan çalışmada, erkek farelere iki hafta boyunca yüksek yağlı diyet verilmiştir. Bu diyet, spermin mitokondrilerindeki RNA türlerinde değişikliklere yol açmıştır. Özellikle, yüksek yağlı diyetle beslenen farelerin spermlerinde kısa transfer RNA (tRNA) parçacıkları artmıştır. Bu RNA parçacıkları, genomun epigenetik düzenleyicileri olarak işlev görebilmektedir.
Çalışmanın bulguları, yüksek yağlı diyetin mitokondrileri strese soktuğunu ve bu durumun spermdeki RNA seviyelerini artırdığını göstermektedir. Bu artış, spermin yumurtaya ulaşması için gereken enerjiyi sağlarken, aynı zamanda embriyo gelişimini olumsuz etkileyebilmektedir.
Araştırma, farelerin yanı sıra, babaları yüksek yağlı diyetle beslenen farelerin yaklaşık %30’unun metabolik bozukluklar geliştirdiğini ve bu farelerin erkek yavrularının daha fazla mitokondriyal tRNA’ya sahip olduğunu göstermiştir. İnsanlarda ise 3,431 çocuk üzerinde yapılan analiz, babanın yüksek BMI’sinin çocukların metabolik sağlığına olumsuz etkileri olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak, çalışmanın bir teknik sınırlaması, bazı deneylerde kullanılan dizileme yönteminin sadece tam RNA moleküllerini tespit edebilmesidir. Bu nedenle, parçalanmış RNA’nın babadan embriyoya aktarıldığı kesin olarak gösterilememiştir.
Sonuç olarak, araştırma sperm üreten bireylerin sağlıklı beslenmesi gerektiğini vurgulamaktadır, çünkü bu beslenme şekli, spermde taşınan bilgiyi ve dolayısıyla yavruların sağlığını etkilemektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Sodyum Alımı ve Atopik Dermatit
Sodyum Alımı ve Atopik Dermatit
Bu çalışma, büyük bir nüfus tabanlı kohort olan İngiltere Biyobank’tan elde edilen verileri kullanarak, diyet sodyum alımı ile atopik dermatit (AD) arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlamıştır. Araştırmacılar, tek nokta idrar örnekleri ve Uluslararası Kooperatif Tuz, Diğer Faktörler ve Kan Basıncı Çalışması denklemi temelinde hesaplamalar kullanarak tahmini 24 saatlik idrar sodyum atımını hesaplamışlardır. Çalışma, 37-73 yaş arası 215,832 katılımcının verilerini analiz etmiştir.
Çalışma, tahmini 24 saatlik idrar sodyum atımında meydana gelen her 1 gram artışın şu şekilde ilişkilendirildiğini bulmuştur:
1. AD tanısı için %11 daha yüksek olasılık
2. Aktif AD için %16 daha yüksek olasılık
3. Artan AD şiddeti için %11 daha yüksek olasılık
Bu ilişkiler, yaş, cinsiyet, ırk ve etnik köken, Townsend Yoksulluk İndeksi ve eğitim gibi faktörlere göre düzeltilmiş olarak gözlemlenmiştir. Bulgular, Ulusal Sağlık ve Beslenme İnceleme Anketi’nden (NHANES) ayrı bir kohortta (13,014 katılımcı) doğrulanmıştır. Burada, diyet hatırlatma anketleri kullanılarak tahmin edilen günlük 1 gram daha yüksek sodyum alımının mevcut AD riski ile %22 daha yüksek ilişkili olduğu bulunmuştur.
Yazarlar, diyet sodyum alımının kısıtlanmasının AD yönetimi için maliyet etkin ve düşük riskli bir müdahale olabileceğini sonuçlandırmışlardır. Bulgular, diyetin AD seyrindeki heterojenliğe rol oynayabileceğini ve diyet sodyum alımının değiştirilmesinin durumu yönetmede potansiyel olarak yardımcı olabileceğini göstermektedir.
Hazırlayan: Elif Özge İnan
Çocukların Pestisitlere Maruz Kalması İle Astım, Hırıltı Ve Alt Solunum Yolu Enfeksiyonları Arasındaki İlişki
Çocukların Pestisitlere Maruz Kalması İle Astım, Hırıltı Ve Alt Solunum Yolu Enfeksiyonları Arasındaki İlişki: Sistematik Bir İnceleme Ve Meta-Analiz
Bu çalışma, çocukların ev, prenatal, postnatal, tarımsal faaliyetler ve çevresel kaynaklardan pestisitlere maruz kalmasının solunum yolu enfeksiyonları, astım ve hırıltılı solunum riskini artırdığını gösteren epidemiolojik araştırmaları incelemektedir. Özellikle, pestisit maruziyeti ile çocuklarda astım arasında önemli bir ilişki bulunmuş, bu da önceki araştırmalarla tutarlıdır.
Araştırmaların çoğu anketlere dayansa da, 16 çalışma kan ve idrarda pestisit metabolit seviyelerini ölçmüş ve bu, daha güvenilir bir maruziyet tahmini sağlamıştır. Farklı çalışma tasarımları ve maruziyet değerlendirme yöntemleri nedeniyle önemli bir heterojenlik bulunmuştur. Bununla birlikte, doğum kohortu çalışmaları, pestisit maruziyeti ile astım arasında güçlü bir neden-sonuç ilişkisi önermektedir.
Sonuç olarak, pestisitlere maruz kalan çocukların kronik solunum hastalıkları ve belirtileri geliştirme riski artmaktadır. Bu nedenle, çocukların pestisitlere maruz kalmasını azaltmak için önlemler alınması önemlidir. Gelecekteki araştırmalar, uzun vadeli etkileri daha iyi anlamak için daha kesin maruziyet değerlendirmeleri kullanarak yapılmalıdır.
Hazırlayan: Özlem Özçelik
Avustralya'da Bel Ağrısı Tekrarının Önlenmesi İçin Kişiselleştirilmiş, İlerleyici Yürüyüş Ve Eğitim Müdahalesinin (WalkBack) Etkinliği Ve Maliyet Etkinliği
Avustralya’da Bel Ağrısı Tekrarının Önlenmesi İçin Kişiselleştirilmiş, İlerleyici Yürüyüş Ve Eğitim Müdahalesinin (WalkBack) Etkinliği Ve Maliyet Etkinliği: Randomize Kontrollü Bir Çalışma
Araştırma, düzenli fiziksel aktivite yapmayan yetişkinlerde kişiselleştirilmiş ve ilerleyici bir yürüyüş ve eğitim müdahalesinin bel ağrısı tekrarlamasını önemli ölçüde azalttığını göstermiştir. Müdahale grubunda 12 aya kadar bel ağrısı ile ilgili yeti kaybı da azalmıştır ve bu müdahale toplumsal bakış açısından maliyet etkinliği yüksek olmuştur. Araştırma, yürüyüş temelli bir müdahalenin bel ağrısı önlenmesindeki etkinliğini değerlendiren ilk randomize kontrollü çalışma olarak dikkat çekmektedir.
Çalışmanın güçlü yönleri arasında prospektif olarak kaydedilmesi, katılımcıların düzenli olarak takip edilmesi ve yüksek takip oranlarının sağlanması yer almaktadır. COVID-19 pandemisi sırasında müdahalenin tele-sağlık modeline dönüştürülmesi, daha geniş bir katılımcı kitlesine ulaşmayı mümkün kılmıştır. Ancak, katılımcıların çoğunun kadın olması ve bazı sonuçların öz bildirime dayalı olması gibi sınırlamalar, sonuçların genel popülasyona genellenmesini zorlaştırmaktadır.
Bulgular, eğitim ve yürüyüş programı ile desteklenen sağlık koçluğu seanslarının bel ağrısı tekrarlarını azalttığını göstermektedir. Müdahalenin yaygın uygulanması, bel ağrısı nedeniyle oluşan kişisel ve toplumsal yükü önemli ölçüde azaltabilir. Gelecekteki araştırmalar, bu müdahalenin farklı klinisyenler tarafından uygulanabilirliğini ve farklı egzersiz türlerinin benzer faydalar sağlayıp sağlayamayacağını değerlendirmelidir.
Hazırlayan: Özlem Özçelik
Yüksek Homosistein Seviyeleri İle Obstrüktif Uyku Apnesi Hipopne Sendromu Arasındaki İlişki
Yüksek Homosistein Seviyeleri İle Obstrüktif Uyku Apnesi Hipopne Sendromu Arasındaki İlişki: Sistematik Bir Derleme Ve Güncellenmiş Meta-Analiz
Obstrüktif Uyku Apne Hipopne Sendromu (OUAHS) ve homosistein (HCY) düzeyleri arasındaki ilişki, çeşitli çalışmalarda incelenmiştir. Meta-analizimizde, OUAHS’li hastaların serum/plazma HCY seviyelerinin kontrol grubuna kıyasla daha yüksek olduğunu, özellikle orta ve şiddetli OUAHS vakalarında belirgin olduğunu bulduk. 3 aylık CPAP tedavisi sonrası HCY seviyelerinin önemli ölçüde azaldığı gözlemlendi. HCY seviyeleri ayrıca OUAHS’li hastalarda majör advers kardiyovasküler olaylar (MACE) riskine güçlü bir şekilde entegre olabilmektedir.
HCY, kardiyovasküler hastalıklarda önemli bir inflamatuar değişkendir. HCY, metionin amino asidinin sisteine dönüşümü sırasında oluşur. Yüksek HCY seviyeleri, oksidatif stres ve kronik inflamasyonla ilişkilidir. Bazı çalışmalar, OUAHS’li hastalarda tekrarlayan apnelerin hipoksemiye yol açtığını ve bunun HCY metabolizmasını etkileyerek serum HCY seviyelerinin yükselmesine neden olduğunu göstermiştir. CPAP tedavisinin HCY seviyelerini önemli ölçüde düşürdüğü bulunmuştur. Ancak, bireysel çalışmalar arasındaki tutarsızlıklar, küçük örneklem boyutları ve dahil edilen popülasyon kriterlerindeki farklılıklardan kaynaklanabilir.
Tedavi süresine bağlı olarak yapılan alt grup analizinde, HCY seviyelerinin 3 aylık tedavi sonrası önemli ölçüde azaldığı, ancak 3 aydan daha kısa sürede anlamlı bir düşüş gözlemlenmediği belirlenmiştir. Çalışmamızda, CPAP tedavisinin HCY seviyelerini azaltma süresini kesin olarak belirleyemedik, ancak uzun süreli CPAP tedavisinin (> 3 ay) HCY seviyelerini düşürebileceğini düşündük.
OUAHS’li hastalarda HCY seviyelerinin AHI (apne-hipopne indeksi) ile pozitif korelasyon gösterdiği ve bunun kardiyovasküler hastalık riskini artırdığı bulunmuştur. Yüksek HCY seviyeleri, oksidatif stres, endotelyal disfonksiyon ve vasküler yeniden şekillenme ile ilişkilidir.
Sonuç olarak, OUAHS’li hastalarda serum/plazma HCY seviyeleri önemli ölçüde artmıştır ve HCY seviyeleri ile AHI puanları arasında orta düzeyde pozitif bir korelasyon vardır. Uzun süreli CPAP tedavisi HCY seviyelerini düşürebilir ve OUAHS’li hastalarda MACCE riskini azaltabilir. HCY seviyeleri, OUAHS’nin ciddiyetini ve tedavi etkinliğini değerlendirmek için klinik göstergeler olarak kullanılabilir. Gelecekteki çalışmalar, cinsiyete özgü HCY referans değerleri ve uyumlu HCY test yöntemleri kullanarak daha büyük ve homojen örneklem grupları ile yapılmalıdır.
Hazırlayan: Özlem Özçelik
Kalp Yetmezliği Hastalarında Metabolomikler ve Kardiyovasküler Risk
Kalp Yetmezliği Hastalarında Metabolomikler ve Kardiyovasküler Risk: Sistematik Bir İnceleme ve Meta-Analiz
Bildiklerimize göre, bu çalışma, kalp yetmezliği (HF) olan hastalarda bireysel kan metabolitlerini birleştirerek onların prognostik değerini değerlendiren ilk nicel yaklaşımdır. McGranaghan ve arkadaşları ile Ruiz-Canela ve arkadaşlarının yaptığı önceki çalışmalar, kardiyovasküler hastalık (CVD) ile ilişkili metabolomik özellikleri analiz etmiş ancak farklı metodolojiler kullanmışlardır. McGranaghan ve arkadaşları, metabolit ailelerine göre toplanan ölçümleri birleştirerek meta-analiz yapmış ve sonuçta bireysel metabolitlerin spesifik bilgilerini kaybetmişlerdir. Ruiz-Canela ve arkadaşları ise, metabolomik özellikler ve CVD insidansı ile ilişkisini gözden geçirmiş ve metabolomik biyomarkörlerin geleneksel risk faktörlerine eklenmesiyle CVD tahmininde mütevazı iyileşmeler bulmuşlardır.
HF hastalarında kan metabolitlerinin kapsamlı bir incelemesinde, meta-analiz yoluyla hastaların prognozu ile önemli ölçüde ilişkili yedi bireysel metabolit ve bir metabolit oranı tespit ettik. Histidin ve triptofan gibi metabolitler koruyucu faktörler olarak bulunurken, diğerleri daha kötü sonuçlarla ilişkilendirilmiştir. Bu bulgulara rağmen, kişiselleştirilmiş metabolomiklerin klinik uygulamada kullanılması konusunda önemli zorluklar devam etmektedir. Çalışmanın sonuçları, metabolitlerin kardiyovasküler hastalıklardaki rolünü ve hasta sonuçlarını iyileştirme potansiyelini anlamak için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.
Çalışmamız, HF’de bireysel kan metabolitlerinin prognostik değerini nicel olarak değerlendiren ilk kapsamlı çalışma olup, kardiyovasküler hastalık araştırmalarında metabolomiklerin önemini vurgulamaktadır. Bulgular, metabolomik verilerin geleneksel risk faktörleri ile entegrasyonunun HF’nin tahmini ve yönetimini iyileştirme potansiyelini vurgulamaktadır. Gelecekteki araştırmalar, klinik ortamlarda metabolomiklerin uygulanmasındaki zorlukların üstesinden gelmeye ve çeşitli metabolitler ile kardiyovasküler sağlık arasındaki karmaşık ilişkileri keşfetmeye odaklanmalıdır.
Hazırlayan: Özlem Özçelik
Ticari Enerji İçeceği Tüketiminin Egzersiz Performansı Ve Kardiyovasküler Güvenlik
Ticari Enerji İçeceği Tüketiminin Egzersiz Performansı Ve Kardiyovasküler Güvenlik Üzerindeki Akut Etkileri: Randomize, Çift Kör, Plasebo Kontrollü, Çapraz Geçişli Bir Çalışma
Çalışma, egzersiz performansı, bacak kan akışı ve kardiyovasküler güvenlik üzerinde geleneksel, yüksek şekerli kafeinli enerji içeceği (MED) ve plasebo (PLA) ile karşılaştırıldığında, yeni, kalorisiz kafeinli enerji içeceği (C4E)’nin akut etkilerini inceledi. MED tüketiminin solunum değişim oranını (RER) artırdığı ve maksimal yağ oksidasyonunu (MFO) azalttığı, ancak egzersiz performansını etkilemediği bulunurken, C4E’nin RER veya MFO üzerinde etkisi olmadığı, ancak sub-maksimal izometrik yorgunluk testinde performansı iyileştirdiği görüldü. Ne C4E ne de MED bacak kan akışını etkilemedi. Her iki enerji içeceği de dinlenme sırasındaki sistolik kan basıncını (SBP), diyastolik kan basıncını (DBP) ve kalp atış hızını (HR) artırdı; C4E ayrıca egzersiz sonrasında hemen SBP’yi artırdı. Elektrokardiyogram (EKG) özellikleri, ruh hali veya algılanan çaba üzerinde önemli bir etkisi gözlemlenmedi.
Egzersiz performansı ve kan akışı ile ilgili olarak, C4E veya MED’in gönüllü tükenme noktasına kadar yapılan kademeli egzersiz testinde (GXT) maksimal egzersiz sonuçlarını etkilemediği belirlendi. Bununla birlikte, MED tüketimi, PLA’ya kıyasla MFO’yu azaltıp RER’i artırdı, bu muhtemelen yüksek karbonhidrat içeriğinden kaynaklanıyordu. Önceki çalışmalar, kafeinli enerji içeceklerinin sub-maksimal dayanıklılık performansını artırdığını öne sürse de, mevcut çalışma maksimal dayanıklılık performansında farklı bir etki göstermedi. Çalışma, C4E veya MED’in kademeli egzersiz test (GET) eşiklerinde önemli bir etki yaratmadığını, akut enerji içeceği tüketiminin anaerobik eşikleri güçlü bir şekilde etkilemediğini öne sürdü. Farklı diyet ve davranış koşulları altında kalorili ve kalorisiz enerji içeceklerinin çeşitli egzersiz performans metrikleri üzerindeki etkilerini araştırmak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Kardiyovasküler güvenlik açısından, hem C4E hem de MED dinlenme SBP ve HR’yi artırdı; MED ayrıca C4E’ye kıyasla QRS interval uzunluğunu da artırdı. Çalışma, QTc intervali veya diğer EKG parametreleri üzerinde önemli bir etki bulamadı. Her iki enerji içeceği de tükenme sonrası egzersiz ve iyileşme sırasında BP ve HR’yi artırdı, bu da kafeinin egzersiz sonrası otonom iyileşme üzerindeki etkisini gösteren önceki çalışmalarla tutarlıdır. Çalışmanın sınırlamaları arasında sadece erkekler üzerinde odaklanması, bu nedenle kadınlar üzerinde de araştırma yapılmasının gerekliliği ve kronik enerji içeceği tüketiminin kardiyovasküler ve metabolik sağlık üzerindeki etkilerini araştırma gereği bulunmaktadır. Genel olarak, bulgular akut C4E tüketiminin yakıt kullanımını bozmadan tükenme sırasında güç üretme kapasitesini artırabileceğini öne sürmektedir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Demans'ta Şiddetli Ajitasyonun Akut Yönetimi İçin Elektroşok Tedavisi (ECT-AD)
Demans’ta Şiddetli Ajitasyonun Akut Yönetimi İçin Elektroşok Tedavisi (ECT-AD): Değiştirilmiş Bir Çalışma Protokolü
Çalışma, demans hastalarında tedaviye dirençli şiddetli ajitasyonun yönetiminde elektroşok tedavisinin (ECT) etkinliğini ve güvenliğini değerlendirmeyi amaçladı. Önemli protokol değişikliklerine rağmen, temel amaç değişmeden kaldı ve demans bakımındaki bu kritik boşluğa odaklandı. Araştırmacılar, FDA’dan 26 ay süren Uzun Araştırma Cihazı İzni onay süreci dahil olmak üzere birçok düzenleyici zorlukla karşılaştı. FDA’nın ECT’nin güvenliği konusundaki endişeleri, demansın kötüleşmesi ve artan deliryum riski gibi, ajitasyon şiddetinin tanımlanması ve daha önce başarısız olan farmakoterapi denemelerinin sayısı gibi ek dahil edilme kriterlerine yol açtı. Çalışma ayrıca, protokollerin ve onam formlarının uyumlaştırılmasını koordine etmek için yoğun çaba gerektiren tek bir Kurumsal İnceleme Kurulu’nun (sIRB) birden fazla site arasında kullanılması gibi zorlukları da aştı.
Hastalar, ECT düşünülmeden önce genellikle birçok tedaviyi tüketmiş olduklarından, işe alım zorlukları belirgindi. Aileler ve bakım verenler, simüle ECT’ye rastgele seçilmeleri durumunda etkili tedavinin gecikmesi ihtimali nedeniyle rıza göstermekten çekiniyordu. Nörolojik bozukluklara özel olarak ayrılmış sınırlı sayıda yatan hasta yatağı ve pandeminin neden olduğu uzun süreli bakım taburcu engelleri, işe alımı daha da zorlaştırdı. Operasyonel olarak, çalışma, bu işe alım zorlukları nedeniyle iyi güçlendirilmiş randomize kontrollü çalışmadan (RCT) tek kollu, açık etiketli bir yaklaşıma kaydı. Bu geçiş, demans hastalarında şiddetli saldırganlık ve ajitasyon üzerindeki ECT etkisini incelemeyi ve demansla ilgili ajitasyon için ECT üzerine yapılan 19 çalışmanın kapsamlı bir incelemesinde belirlenen araştırma boşluklarını ele almayı amaçladı.
Açık etiketli bir tasarıma geçiş, bulguların sağlamlığını azaltmasına rağmen, çalışmanın çok merkezli yaklaşımı, tutarlı ECT uygulamaları ve faydalar ile yan etkilerin titiz takibi mevcut araştırma boşluklarını önemli ölçüde kapatmaktadır. Gerçek dünya zorluklarına yanıt olarak uyarlanabilir metodoloji, çalışmanın önemini vurgulamaktadır. Hem RCT’den hem de açık etiketli çalışmadan elde edilecek sonuçlar, ECT’nin demans hastalarında şiddetli ajitasyonu yönetmedeki potansiyel etkinliği ve güvenliği hakkında değerli bilgiler sağlayarak gelecekteki klinik uygulamaları ve araştırma yaklaşımlarını potansiyel olarak etkileyebilir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Döngünün Dışına Çıkmak: Sosyal Medyadan Bir Hafta Ara Vermek, Genç Kadınlar Arasında Daha İyi Özsaygı Ve Beden İmajına Yol Açıyor
Döngünün Dışına Çıkmak: Sosyal Medyadan Bir Hafta Ara Vermek, Genç Kadınlar Arasında Daha İyi Özsaygı Ve Beden İmajına Yol Açıyor
Çalışma, genç kadınlar arasında bir haftalık sosyal medya (SM) arasının özsaygı ve beden imajı üzerindeki etkilerini araştırdı. Katılımcılar rastgele olarak ya SM’den ara vermek ya da normal kullanımlarına devam etmek üzere atanmıştı. Sonuçlar, ara verenlerin kontrol grubuna kıyasla daha yüksek genel özsaygı ve daha büyük beden memnuniyeti yaşadıklarını gösterdi. SM arasının uygulanmasının katılımcıların SM kullanımı ekran görüntüleri ile doğrulandı ve tüm katılımcıların tamamen çekilmediği, ara verenlerin SM kullanımlarını önemli ölçüde azalttığı belirtildi. Bu durum, SM’den ara vermenin özsaygı ve beden imajını olumlu yönde etkileyebileceğini göstermektedir.
Daha ileri analizler, incelenen kadınların, ince ideal içselleştirmesi düzeyleri daha yüksek olan ve dolayısıyla beslenme bozuklukları riski taşıyan kadınların SM arasından en çok fayda sağladığını gösterdi. Bu kadınlar, beden memnuniyetinde önemli iyileşmeler yaşadılar. Çalışma, SM arasının idealize edilmiş beden görüntülerine azaltılmış maruziyet ve daha az sosyal karşılaştırmaların anahtar faktörler olabileceğini öne sürmektedir. Ayrıca, açık hava zamanı veya egzersiz gibi alternatif aktivitelerle meşgul olmanın daha olumlu beden algılarına katkıda bulunmuş olabileceği düşünülmektedir. Bulgular, SM kullanımının düşük özsaygı ve beden memnuniyeti ile ilişkili olduğunu ortaya koyan önceki araştırmalarla uyumlu bir şekilde, neden-sonuç ilişkisini vurgulamaktadır.
Çalışma, özellikle beden imajı endişeleri olan genç kadınlar için basit, maliyetsiz bir SM arasının mental sağlık açısından iyileştirici etkileri olabileceğini öne sürerek pratik sonuçlara da dikkat çekmektedir. Bir haftalık sürenin sınırlılığına rağmen, çalışma, SM kullanımını azaltmanın etkilerini incelemek için daha uzun veya tekrarlanan araştırmaların yapılmasını teşvik etmektedir. Potansiyel seçim yanlılığına ve motive katılımcılara odaklanmasına rağmen, sonuçlar, özsaygı ve beden imajını iyileştirmek için SM kullanımını azaltmanın veya ortadan kaldırmanın potansiyel faydalarını vurgulamaktadır. Gelecekteki çalışmaların, daha kapsayıcı örneklem ve detaylı temel SM kullanım oranları üzerinde düşünmesi, bu bulguların daha geniş uygulanabilirliğini anlamak için gereklidir.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay
Ultra İşlenmiş Gıdalar Ve Insan Sağlığı
Ultra İşlenmiş Gıdalar Ve Insan Sağlığı: Gözlemsel Kanıtların Şemsiye İncelemesi Ve Güncellenmiş Meta-Analizler
Makale, ultra işlenmiş gıdaların (UPG’ler) insan sağlığı üzerindeki etkisini inceleyen bir şemsiye derleme ve güncellenmiş meta-analizleri sunmaktadır. 79 yeni çalışmadan elde edilen verileri içeren ve 25 sağlık sonucunu kapsayacak şekilde genişletilen bu çalışma, önceki bulguları temel alarak yapılmıştır. UPF tüketimi ile böbrek fonksiyonu düşüşü ve çocuklarda gençlerde hırıltı gibi olumsuz sağlık etkileri arasında anlamlı ilişkiler bulunmuş ve bu bulgular güvenilir kanıtlarla desteklenmiştir. Bu bulgular, UPG’lerin çeşitli sağlık sorunlarına katkıda bulunma potansiyel risklerini vurgulamaktadır.
UPG’ler, aşırı kilo, obezite, diabetes mellitus ve depresyon gibi durumlarla ilişkilendirilmekte olup, yüksek kalorik yoğunluk, düşük besin içeriği ve sağlık risklerini artırabilecek katkı maddeleri gibi mekanizmaları içermektedir. Çalışma, UPG’lerin obezojenik doğasını vurgulamakta olup, bu gıdaların artan enerji alımı ve kötü beslenme alışkanlıkları yoluyla kilo alımını teşvik ettiğini göstermektedir. Ayrıca, UPG’lerin glukoz metabolizması üzerindeki etkileri ve endokrin bozucu kimyasallara olası maruziyet yoluyla diyabet ile ilişkileri önerilmektedir.
Solunum sağlığı açısından, UPG tüketimi hırıltı ile güçlü bir ilişki göstermiş olup, bunun katkı maddeleri tarafından indüklenen inflamatuar yanıtlar aracılığıyla olabileceği düşünülmektedir. Çalışmanın tasarımındaki bazı kısıtlamalara ve veri değişkenliğine rağmen, meta-analizler UPG’lerin çeşitli popülasyonlar üzerindeki negatif sağlık etkilerini yeniden doğrulamaktadır ve altta yatan mekanizmaları aydınlatmak ve kamu sağlığı politikalarını bilgilendirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır.
Sonuç olarak, UPG tüketimini minimal işlenmiş bütün gıdalara tercih etmek, önemli kamu sağlığı faydaları sunabilir. Ancak, bu ilişkileri doğrulamak, nedensel yolları keşfetmek ve gelecekte UPG’ler için güvenli tüketim kılavuzları oluşturmak için daha sağlam çalışmalara ihtiyaç vardır.
Hazırlayan: Oğuzalp Atalay